Monday 31 December 2007

geçmişe mazi 3

dokuzeylülikibindört



eve geldim. sigara istedim. sigara isteyen kendime
küllük uzattım gülümseyerek, gülümseyerek ama gözü
bilgisayarda aldı küllüğü. odadan çıktım ve kendimin
sigarasını yakmak için ateş bulmaya gittim ve
yaktı. şimdi kendim yazıyor sanırım. a. az önce kendim
muziği ayarladı. kendim yalnız şimdi. e kime yazıyo o
zaman? kendine yazmadığı kesin. bi kız vardı..sanırım
kendim anlamadı nasıl..aynı 8 m karede aynı 3 dakika
içinde ayrı erkekler gibi gözüken birilerinin ellerini
tuttu..ama o kız, erkeğe benziyodu aynı zamanda. kendim
birden kadıköy'de olmak istedi ama şimdi giderse (ki
gider ,onu tutmalıyım) kimseyi bulamaz ve (aksi
taktirde) onu bulurlar ve sonra o, bi sonra bulunmak
istemediğini, bulmak istediğini farkeder...eminim
eder...yalnızlık isteği..o kadar basit iki kelime
olarak açıklanamıyor. yalnız kalması
kendimin..hep...bissürü başkalarının arasında yalnız
kalmak fantazisine dayanıyor. bi sürüsünden kaçmış
olsam da.
doktor dedi ki "izin ver de,sekreterimin çocuu iyi mi
değil mi sorusuna cevap vermeyeyim ki senin neden
herşeyle bütün olma isteğinin sebebini bulalım"
niye sebebini bulmak, kendimin anlmadığı bu
sanırım. bişeyin sebebini bulmak, onu çozme isteğinden
gelir, onu çozmek için (klavyedeki harfler gülerek
dans ediyorlar) de onun bir sorun teşkil etmesi
gerekir. herşeyin sebebini bularak nereye erişeceğini
saniyo bu kadin? orgazma mi? duysa üzuülür, çünkü ben
onla da bütün olmak istiyorum. kim demişti, kendim bu
dönen kafasının içinde bulamadı, herşeyin
neden, nerden, hangi sebeple varolduğunu sorgulamayı
biraktığımız zaman onun bütünlüğünü kavrariz..belki de
tam olarak boyle değildi bu laf. ama ellerim var ve
benim bütünümün içindeler ama asıl ben onların bütünün
içindeyim. bulunduğumuz dünyada hiç bi an içersinde
kimseyi düşünmeyen birileri var mıdır, bi an kimsenin
düşünmediği birisi? ya da hiç bi an, hiic sevişmeyen
birileri var midir...bütün? yazdıkça burdan uzaklaşıyor
kendim, ama nereye yaklaşıyor bilmiyorum. büyük
ihtimalle uzaklaştığım yere yaklaşıyor ki bu uzun
zaman alıyor. bu klavye, kendimden boşalanları emmiyor
ama yansıtmıyor da. ama ağzımdan çıkan duman öyle
değil. doğrudur arada bir yanimdan geçen formu bozulmuş
siyah kediler vardır ama onlara ulaşmak
...zor..diil...
diil. bütün?
son sigara,başımın arkasındaki ağrıyı unutturup,
ona bi yerlerde tatil yaptirip geri yansıtacak.
bunu kendimden cok sigara biliyor.
birisi okusun diye yazmak psikoloğa gitmek gibi,
aksi,
kendim mutfakta su içerken kendimin hissettiği
serinliği, önceki baş ağrısına dönüştürmek gibi.
başımdan kime ki zaten...
circle,the full circle is a nice thing.
yatağımdan nefes sesi geliyor. hep geliyor..
















(Gecenin bir vakti sarhoşken kusmuş olduğum bir yazı. Psikolog seanslarının başlarında, henüz mukavemet gösterirken. Henüz sebep bulmanın, sadece çözüme ulaşmanın yolu olduğunu sandığım daha köşeli zamanlarımdan)

geçmişe mazi 2

onikieylülikibindört



Regl ağrısı çektiği sabahların akşamı hep sakin hissederdi. Ağrı sonrası, ona
ağrı kesici gibi gelirdi. Fırtına sonrasının nemli,uyuşuk sakinliği gibi. Şimdi bahçede toprağın üstünde yan yatıyor çıplak. Islak siyah toprağın üstünde bembeyaz ten...
Yattığı yerde,topraktan minik bitkiler çıkmaya başlıyor yavaşça; toprağın üzerine çıkan her yeşillikten çocuk gülüşleri duyuluyor. Yanağını sol eline yaslamış,
sağ eliyle sarı uzun otları koparıyor. Kopardığı otların her birine beyaz vücudunu gezdiriyor; ince ayak parmaklarından iki göğsünün arasına varan sarı otlar
nefes verip, eriyip göbeğinden toprağa akıyorlar. Islanmış toprağı parmağıyla
hafifçe döndürüp yukarı doğru çekiyor, hep oynadıkları bir oyun, toprak da seviyor.
Tırnak büyüklüğündeki kuşlar çocuk seslerini duyup geliyorlar. Kırmızı dudağı var, kırmızının bir sürü tonu var dudaklarında, derin bir su gibiler. Minik kuşlar onun dudaklarından içeri girip göz pınarlarından dışarı uçuyorlar.
Gülüşen yeşillikler, göbeğine, göğüs uçlarına ve kulağına değmeye başlıyor.
Hafifçe döndürüyor vücudunu diğer tarafa doğru. Güneş, dev çam ağacının arkasında yatmış dinleniyor. Yeşil siyah gözlerini buz mavisi göğe kaldırıyor,
göz kapaklarının yukarı kalkmasıyla kırmızı dudakları aralanıyor. Tam o sırada
gök yüzünde kocaman piyano tuşları görünmeye başlıyor. Ve Eric Satie duyuluyor ardından. Gözlerini müzikten ayırmadan toprağa sırt üstü yatıyor. Dizlerini kırıyor yukarı doğru ve yavaş yavaş bacaklarını açıyor iki yana. Agır akan sıcak kanı
içmeye başlıyor ıslak toprak.
İçinde inciler gülen gözlerini hiç kapatmadan geriniyor. Uzun bembeyaz boynu parlayıveriyor göğe doğru. Çocuk gülüşleri ensesine ve omuzlarına değiyor yumuşakça. Müzik, bulut olup inmeye başlıyor ona doğru. Başını biraz daha itince geriye, iki fırça darbesi dudaklarının arasından sedef rengi yasemin kokusu yükseliyor müziğe doğru. Bulut önce dudaklarına değiyor. Yumuşak göbeği yükselip buluta değiyor. Boynuna bir sicaklık çöküyor. Bulutla birlikte toprağa iniyorlar. Bulut ışımaya başlıyor ve giderek daha hissedilir halde ağırlığını bırakıyor bembeyaz tenin içine. İnce ayak parmaklarını oynatıyor yavaşça. Herşey yavaş.
Kollarını iki yana açıyor, ellerini toprağın içine bırakıyor bileklerine kadar. Parmakları bir süre sonra toprağın altındakı buz gibi akan suya değiyor. Boynundaki sıcaklık yanağını yakarak dışarı çıkıyor. Dudakları gülümsüyor. Bulut, parlak bir ışık artık. Vücudunun üstünde dönüp duruyor ışık yavaş yavaş, düğümleniyor açılıyor düğümlenip açılıyor. Beline dolanıyor. Belinde dönüp kasıklarında birikiyor ışık. Kasıklarının sıkıştığını hissediyor. Başını yana yatırıp kızaran yanağını yeşile yaslıyor. Kasıklarından boynuna doğru bir bulut yuvarlanmaya başlıyor, yüzündeki tüm damarları aydınlatarak geçip göz kapaklarına doluyor ve cıva olarak akıyor gözlerinden, akıntının rüzgarından kirpikleri dalgalanıyor. Cıva yavaşça yanaklarını izleyip dudaklarının yanından içeri akıyor. Tuzlu bir hava gibi. Bacakları geriliyor ve uzuyor. Işık uzanıp onu başının altından tutuyor. Başının altıdan tutan müziği mırıldanmaya başlıyor. Sesi, müziği titretiyor. Ellerini sudan çekip üzerinde parlayan ışığa dokunuyor. Parmak uçları değdiği anda ışık göğe yükseliyor hızla, alabildiğine büyüyor ve onu yorgun bırakıyor. Göğün rengini değiştirip aynı hızla geri iniyor. Parmaklarının arasından, uyuyan göbek deliğinden içine ışıyor,
boynundan ve göğüslerinden döne döne ve bel kemiğinden. Bembeyaz teninden
ışık çıkıyor. İç içeler. Göğüsünü yükseltip yavaş bir nefes veriyor,
kolu yana düşüyor, parmaklarını minik yeşillerin üzerine örtüyor, kulağından
iki hava kabarcığı yükseliyor, uyuyan çocukların nefes sesleri baloncuklara binip uçuyorlar susan göğe doğru. İç içe uyuyorlar, ağzı açılıyor, ışık sönüyor. Saçları
su gibi açılıp yanaklarını ve boynunu örtüyor. Yorgun bacaklarının arasındaki sıcak ıslaklıktan, sararmış sarmaşık çıkmaya başlıyor, kasıklarına dolanıp sıkıyor.
Bel omuruna soğuk bir yağmur damlası düşmüş gibi yükseliyor gövdesi belli belirsiz. Minik kuşlar göz kapaklarına sığınıyorlar. Kırmızı turuncu bulutlar kaplıyor göğü. Yağmur başlıyor. Sarmaşık gevşiyor, teni toprağa bırakıyor kendini, kırmızı dudakları ve uzun parmakları toprağa akıyor yağmurla. Yerin altına gömülürken, esen rüzgarın ona değmesiyle teni mermer oluyor. Tüm bedeni gömülüyor siyah toprağın içine. Yana dönüyor hafifçe, vücudunun kenari çizgi gibi yerin üstünde kalıyor. Beyaz mermer. Yağan yağmur, kan izleri bırakıyor mermerde. Topraktan salyangozlar çıkıp sevişmeye ve dans etmeye başlıyorlar. Islanan güneş uyanıp silkeleniyor, esniyor ve göğe doğru çıkıp kırmızı bulutları Eric Satie'ye doğru itiyor. Yerine geçip kollarını ve ağzını açıyor her zaman yaptığı gibi. Salyangozların toprağın üzerine bıraktıkları dantel ince ince parlıyor. Dantelin aralarına birikmiş kan, kuşların kanat çırpışlarıyla dalgalanıyor. Kuşlar birikintinin içine girip sabah banyolarını almaya başlıyorlar.


(Bu sahneyi okurken kahve, baharat, tarçın, amber, çam, beyaz şarap mantarı, toz şeker ve pudra kokusu;
taş, deniz kulağı, saklanmış uzun saç, şile bezi, ten rengi jartiyer, gümüş çatal bıçak takımı, çamurlu ayak izi ve tek kuş tüyü ile tütsü dumanı tavsiye edilir.)

geçmişe mazi 1

mazide kalmış eskiden yazdığım bir hikayeyi buldum. ordan burdan..
dokuzocakikibinbeş




elindeki nedir?
taş..
napacaksın o taşla?
suda kaydıracağım..
8 kere kaydı.
sen de yapmak ister misin?
yapamam ki.
yaparsın al bu taşı.denize yaklaş biraz,
hayır!yaklaşamam çok rüzgar var.
rüzgar birşey yapmaz ki..
uçar gidersem?
gitmezsin..
ama rüzgar güçlüdür..
sen güçsüz müsün?
bilmem..
gel deneyelim..

denize yaklaştılar.
rüzgarın sesi kızın etrafında dolaştı. çocuk kızın
elini tuttu.
rüzgar kızın ayaklarını yerden kesti,onu yukarıya
doğru çekti. kız ağlamaya başladı. çocuk eline
baktı,kızın bedeni şeffaflaşıyordu yavaş
yavaş. çocuk,onun elini bırakmadan gözlerine bakiyordu.
bütün rüzgar kızın içine dolmuştu. kız ağlıyordu ama
dışarda hiç ses yoktu. rüzgar durmuştu. herşey
susmustu. herşey kızın içine gömülmüştü. kız
ağlıyordu. çocuğun bedeni soğumuştu,hareket
edemiyordu,sadece kızın gözlerine bakıyordu. kız
ağlıyordu. kızın göz yaşları ağır ağır aşağıya akıp
kuma düşüyordu. düştüğü yerde kum deliniyordu. delinen
kumdan kan sızıyordu. kum kırmızıya dönüyordu yavaş
yavaş. çocuk öldüğünü sanıyordu. kız
şeffaflaştıkça,ardından kırmızı gökyüzü ve kırmızı
deniz gözüküyordu. kızın eli çocuğun elinden
kaydı. çocuk hareket edebilmeye başladığını
hissetti,ellerine baktı. damarlarına tekrar kan
doluyordu. kafasını kaldırıp kızın gözlerine bakmak
istedi,kız,büyük şefaf bi göz olmuştu. çocuğun baktığı
yerden göz bebeğine girip kayboldu.

Friday 28 December 2007

stop motion hop hop

Stop motion dersi için yazdığım animasyonu çekmek için debelenmeye başladım. Grup değil de tek başıma yapma kararı verdiğim için herşeyi kendi kendime halletmem gerekiyor ve kesinlikle tam olarak kendimi toparlayıp yapacağım şeyleri birbirine ekleyip, dikketsizlikleri çıkarıp, hızlı ve sistemli hareketle çarpıp zamana bölemiyorum. Hep bir dağınıklık! Ve zaman beni es geçerek devam ediyor varlığını sürdürmeye. Ne de para yetişiyor. Evet zaman var henüz ama bana sanki yetmeyecekmiş ve ben hep aynı yerde sayacakmışım gibi geliyor. Saçma ve yersiz elbet. Yarın Paris'in altını üstüne getirerek plastilin arıyacağım.Şimdilik sadece, dikkatsizlikle almış bulunduğum, havayla temas edince sertleşen hamurla oynadım biraz neyin ne boyutta olabileceğine bakmak için (bulutlarım, tavşanım ve de tavşam kafam)





Wednesday 26 December 2007


Ekin Dede Efendi'ye teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Chartres

Chartres, Eure-la-Loire vilayetinin makarrı, Fransa’nın tahıl ambarı. Paris’in doksan kilometre kadar şimalinde, trenle bir buçuk saat. Şehrin armasında “servanti civem querna corona datur”, yani “her kim bir yurttaş kurtara, başına meşeden taç takılır” yazıyor. Tabii ki şehir, asıl Notre-Dame de Chartres Katedraliyle maruf. Rodin, bu mabedi “Ferenk Akropolis’i” tesmiye etmiş. Abélard’ın talebesi Sarumlu Yahya (John of Salisbury) burada bişopluk yapmış, Birinci Haçlı Seferi vak’anüvisi Fulcher Şartr ekolünden.
Katedral, 12. asırdan kalma bir şaheser, Gotik tarzın en müstesna ve mümtaz emsalinden addolunuyor, cephesi üzerinde mürtefi iki kulesinden biri sade ve konik, diğeri flambuayan üslupta müzeyyen. Benzersiz arkbutanların, gorgollü çörtenlerin haricî eşkalini çizdiği katedralin; kadim, cesim ve loş iç fezasına alacalı huzme baranı salan vitrayları arasında seyreden deambülatuvar; methali bir, mahreci bir; tefekkürde mağruk keşişlerin tavaf ettiği, ak dehlizlerle nakşolunmuş bir Kelt labirentini çevreliyor. Katedral bahçesinden Eure nehri ve iki yakasına serpilmiş tek katlı evler görülüyor.


Eure zaviyesi ve katedrale müteallik malumat Ekin Dede Efendi tarafından kalem alınmıştır








Chartres Katedrali

charter







1- Chartres
2- Chartres
3- Chartres
4- Surat ağacı
5- Chartres Katedralindeki vitraylardan duvara yansıyan ziya lekeleri

Saturday 22 December 2007

300 ROCKS!








1- George W Bush
2- Lady Liberty 01
3- Lady Liberty 02
4- Jewish Lobbying
5- Bill Clinton

(300)







6- UN
7- Allied Forces
8- Rice before the UN Council
9- Twin Towers
10- Homophobia

(300)








11- Korea,China,Lybia,Arab Countries,Pakistan,İran,Africa...
12- Jesus Christ
13- Future Marine Corps
14- God bless...
15- America

Friday 21 December 2007

munchen - paris







Munchen S8 treninde: Köpek ve Çocuk.
Tavukta: Ekin
Skype'de: Fatmanur.

Wednesday 19 December 2007

Tuesday 18 December 2007

yastık hayatı (RÜYA)



Epey bir zamandır duruyordum. Nedendir bilemedim. Ne rüya görüyordum ne birşeyle uğraşıyordum. Şarap ve bira...On gün boyunca hiç bulaşık yıkamadım. Bir yere attığım herhangi birşey hayatına orda devam ediyordu. Herşey duruyordu yani: masadan sarkan lamba, odanın ortasına çekilmiş yatak, etrafa hetöröjen bir şekilde yayılmış bardaklar. Kapının arkasına dizilmiş çöp torbası cesetleri, yerde saçlar... Bu dalgınlığın bir yanı da sakarlık olarak tezahür etti ve dökülen herşey döküldükleri yerde yaşamaya devam ettiler taa ki üzerlerine basıp onları iyice küçük tozlar haline getirinceye kadar. Yere dökülen birşeyi silme girişimim de ancak, son kalmış olduğunu elimi atınca farkettiğim kağıt havlunun en son parçası olan kanlı sümüklü mendil oluyordu. Kıçımı kaldıran şey, dizi dizi duran çöp torbası cesetlerinden birinin gerçekten ceset gibi koktuğunu farkedip torbayı kaldırınca altında gördüğüm koyulaşmış kan birikintisi oldu. Birkaç gün evvel attığım, defalarca yemek yapmak ümidiyle çözüp çözüp dondurduğum kıymanın son nefesinin kokusuydu bu. Öyle ki lekeyi son kalan bezimle silmeyi başardığımda kanın, döşemenin rengini açtığını gördüm. Şimdi o çöpler en azından ikisi bir torbanın içinde üç büyük torba halinde duruyorlar. Bir de yanlarında, içi geldiğim ilk günden beri, bayatlasa da atmaya kıyamadığım bu yüzden de bir gün nehir kenarına gidip ördeklere atarım diye biriktirdiğim ekmeklerle dolu olan büyük bir torba daha var. Son kalan makarnamı nemlenmiş tuzla birlikte temiz kalan son kapta yedikten sonra biraz aç durdum. Sonunda nihayet herşeyi yıkamaya başladım. Dün akşam. İki saat kadar sürdü. Sonra da kendime kaşarlı domuz ve yanına püre yapıp yedim ki bu akşam da menüde aynı şey var. Sonra sonunda Tilbe Saran'a yapacağıma ve göndereceğime söz verdiğim kedi yastığını bitirdim, bir de yanında Ekin'e bir yastık daha yapmaya başladım. Bu sefer ürkünç bir tablo çıktı.
Dün gece bir de rüya gördüm. Rüyanın genel havasını sanırım gece boyunca tekrarda dinlediğim Au Lait parçasına borçluyum. (Lyle Mays/Pat Metheny)
Hava kapalı, bir göl kenarındayım. Gölün iki kenarı da sık ormanlık. Benim durduğum kenarında seyrek ağaçlar var. Gölün kıyısı toprak ve suyun içinde de yer yer kayalar var. Gökyüzü kocaman. Tanıdığım ve tanımadığım arkadaşlarım gölün üzerinden uçarak benim durduğum yere iniyorlar. Benim için toplanıyorlar. Eski bir arkadaşımı görüyorum uçarak gelirken, çok seviniyorum ama nedense selam vermeyip arkamı dönüyorum çünkü onun beni farkedip yanıma gelmesini istiyorum. Bu insanların buraya gelmelerinin sebebi benim eski bir kısa filmimin açıklamalı gösterimi olması. Sonraki sahnede ben bir başka arkadaşımla bir kayanın üstünde oturmuşum etrafımda da insanlar var. Filmim izleniyor ama film gibi değil daha çok gerçek bir performans olarak izleniyor. Ardarda kısa kısa hikayelerden oluşuyor filmim. Her hikayede konu uçmak, Uçan rengarenk kanatlı bir kuşun havalanması, bir yerden bir yere uçan bir adamın hikayesi...vs. Uçan şeyleri izliyoruz canlı canlı. Ben filmimi ilk kez izliyor gibiyim ve hiç hatırlamıyorum. Her hikayeden sonra sorular soruyor insanlar, ben malesef hatırlamadığımı söylüyorum onlara ve benim yerime yanımdaki arkadaşım uzuun uzuun açıklamalar yapıyor. Ben şaşırıyorum ve filmin bana değil ona ait olduğunu sanacaklarını düşünüyorum. Sonra film bittiğinde ve herkes gittiğinde ben burnumu arkadaşımın çenesine dayıyorum ve öyle duruyoruz.
Aralarda bir yerde bir de vapur sahnesi vardı, orda Ceren vardı. Cep telefonunda birisiyle konuşuyordu, ayaklarında şeffaf turuncu lastikten lastik ayakkabılar vardı, dikkatimi çekiyordu seviyordum ayakkabılarını. O telefonda konuşurken ben de onun ajandasına bakıyordum ama ajandası bildiğimiz ajanda formatında değildi, onun yerine boş vapurun duvarlarına, her yerine asılmış resimler, yazılar, post-itler, kumaş parçalarından oluşuyordu. Yani ben onun ajanda/günlüğünü sergi gibi izliyordum. Ceren'in telefon konuşması hiç bitmedi. Sonra sahne değişti...
Sonra uyandım.
Sonra gene uyudum ve gene uyandım. Soğuk sütlü kahve içip çıktım.
Şimdi patates soyacağım.
Rossini - Preghiera (Mısır'daki Musa Operasından)

Sunday 16 December 2007

evladım ve ben lanetlendik!






çok mutluyduk! ayakları yoktu ama ben vardım...çekemediler...arkamızdan konuştular...
az evvel...kanatları kopan kuşların kanatlarını dikmeye gitmiştim...onbeş dakika sürdü sürmedi...eve bir geri geldim ki... karanlık...olamaz!evladım Lambamı açık bırakmıştım ben nasıl karanlık olur!Büyük ışığı açtım, içeri girdim, bir de ne göreyim! evlatlığım baygın yatıyor yatakta!düşmüş!biri onu olduğu yerden kopartıp atmış yatağın üstüne!kim bu cani vahşiiii! diye aradım heryeri, (tuvaleti, lavaboyu dolapların içini, masanın altını...tuvaleti) kimse yok...evladımı aldım kucağıma, ısıttım uyandırmaya çalıştım. parçalarını birleştirdim, su verdim, konuştum...yok...çalışmıyor...ampulü!ampulü patlamış!kalbi durmuş!yapamadım!yaşatamadım...
mecbur, eski lambamı taktım fişe...

view as digital





ikea'dan tencere, kokulu mum ve evlat gibi bir lamba aldım ben.
bugün hava dijital beyaz.

Monday 3 December 2007

bulutlu 3 aralık






1- Karadeniz dükkanından aldığım çay kaşığı. Bulaşık yıkarken elime gelen pütürü kir sanıp farkettim, meğer benmişim.

2- Sabah okuldan eve döndüm, kurumuş cevizlerimi ses çıkarsınlar diye sakladığımı hatırladım ve onlardan bir çıkıçıkı yapıp kapımın önüne astım.

3-Ethernet kabloma poloroid fotoğraf gerekiyormuş ben de çektim.

4-Cam fısfısım her yağmur yağdığında camın kenarına geçip dışarıya bakıyor. Yağmuru mu izliyor yoksa kirlenen cama mı bakıyor çıkaramıyorum..