Wednesday 31 October 2007

31.10.2007 ja ja genau...

Aah! Bir zamandır bu almanların soğukluklarını bönlüklerini ve çekingenliklerini farketmekteyim. Derslerin sadece almanca olup insanların da, ingilizce konuşacağım diye ödlerinin kopması nedeniyle uzak durmaları içimi daraltıyor artık. Hani öyle ki bu çekingenlik, girişken davranmak hiçbir işe yaramıyor çünkü gerisi gelmiyor! Bağırıp üstlerine atlayıp saçlarını çekesim geliyor. Günlük hayatta bu kadar sessiz ve içe kapanık olup sonra içince saçmasapan dağıtıp yavşamayı biliyorlar ancak. Yani bu insanlarla iletişim kurmak için alkollü ortamlara girmek şart!Peh!
Neyse...Canım sıkılıyor..
Yarın dört günlüğüne Münich'e gidiyoruz Güliz'le...Hadi bakalım..(evet evet yazasım kaçtı)




Saturday 27 October 2007

27.10.2007

Parsi'teyim saat 14:18 ve daha hiç birşey yemedim çünkü 11'de kalkıp temizlik yaptık. Banyonun en iğrenç yerlerine kadar temizledim. Şimdi Marc geldi ve birlikte kahvaltı yapacağız. Dün Ege'yle buluştuk evini gördüm Ekin'le St.Germain arasında minik şeker bir evi var.
Gece Ekin'le içmeye çıkar gibi yaptık ama gene birşeyler olmuyor tam anlamıyorum. Ekin'in arkadaşları olmadığı vakit yanımızda, zaten isteksiz oluyor. İçkisi çok geliyor sıkılıyor eve girmek istiyor. Belki de benden sıkılıyor ve bunu kendine de söylemek istemiyor.İşte dün gece de ben ittirebildiğim kadar ittirdim, en son Pantolon denen barda isteksizce otururken, 'biramızı bitirince kalkalım'ken yanımıza oturan gruptan bir çocuğun 'fenomenoloji nedir ki?' sorusunun üstüne sanırım en az bir bir saat daha kaldık. Ben her ne kadar çabalamaya çalıştıysam da bir süre sonra konuştuklarını anlamamaya başladım. Sıkıldığımı, anlamadığımı belli etmeye çalıştımsa da Ekin, ben çakmağı masaya fırlatana kadar anlamadı. Ben kendisine bu yaptığının ayılık olduğunu söyledim. Sonra beni kaba buldu falan...
Hala sinirli olduğum için bu kadar kötü yazıyorum sanırım...
Herneyse.
Hava beyaz ve serin...

Thursday 25 October 2007

25.10.2007

Dün pek bi sıkılmış ve sıkışmış hissediyordum. Oturup Türkiye'deki STK'ları araştırdım internetten ama gerçek zamanla sanal zaman uyuşmazlığından herşey bulandı. İnternet kafamı çok bulandırıyor. Hani sanki sürekli alGımla ve duyularımla oynuyormuş gibi. Gibi de ne demek alasını yapıyor zaten ama ben gene de hala kullanmayı bilmediğim kanısındayım. Hala bağşıklık oluşturmadıysam bu duruma...Muhtemelen dün yaptığım araştırmayı elimle tuttuğum kendi hızımda ilerlettiğim ve etrafımdaki gerçek ışıkla gördüğüm bir mecradan yapsaydım örneğin ansiklopedi, kitap çok daha ferah hissederdim çok daha ilerliyebilirdim. Bu her tür bilgiyi sadece renkler değişerek aynı ekrandan okuma, görme, algılama durumu aslında beynimi şaşırtıyor. Beynimin alışmadığı ve hala dierndiği bir durum bu. Adapte olamadığı için de kafamın karışmasına göz yumuyor. Günün sonunda salyaları akan isteksiz bir aptala dönüşünce ben de bilgisayarı sadece müziği duyabileceğim şekilde koydum bir kenara ve yatağımın üstüne oturup kumaşların arasına daldım. Tilbe Saran komşuma söz verdiğim yastığı dikmeye başladım. Elimden bir kedi çıktı. Bilmem onu gönderir miyim...Belki bir kerelik de kendime birşey yapmalıyım insanlara hatıralar bırakmaktan vazcayıp. Evet bu kedi bende kalabilir belki...Ya da en azından kendime de bir kedi yapsam hiç fena olmaz...
İşte bu nedenlerden olsa gerek 'sanal günlüğüme' de yazmak istememiş olmalıyım.

Bu sabah 8:00'da uyandım, 8:40'ta alt kapıda italyanlarla buluşup şu dün araştırmasını yapıp bir yere vardıramadığım proje dersine gitmem gerekiyordu. Kalktım müziği açtım. Soyundum. Tekrar oturdum yatağa ve kara kara düşünmeye başladım:
Gitsem mi, gitmesem mi? Gitsem mi? Gitmesem mi?
Sonra aklıma tüm okul hayatım geliverdi birden. Kimin bana, böyle bir anda nasıl öğüt vereceği, öğüt veren kişiyle ilgili anılar ve benim cevaplarım, okul kapıları falan derken ortalığı bir gürültü bir karmaşa kapladı.

'ama gökçe git. gitmezlik etme'

-HAY AMA NEDEN?

'bir kere gitmemeye başlarsan arkası çorap söküğü gibi gelir.'

'gitmemek iyi değil gitsene'

'tamam! sen de başkaları ne yapmış ona bakarsın'

'ya sonra toparlıyamazsan? sen gene de git'

Gitme diyen çıkmadi yani! Bu vicdan azabı nerden geliyor ve bir aslı bir esası var mı diye düşünmeye başladım. Bu vicdan azabı, okula gitmeyerek yanlış birşey yapıyormuşum hissiyle yetiştirilişimden geliyor. Herhalde ortaokul ya da ilkokulda okula gitmek istemediğim zamanlarda bana göz yumsalar bir daha gitmememden korkuyorlardı. Bir de tabi bir derse gitmenin, birşeyler öğrenecek ya da üretecek olmanın bir gereği de devamlılık. Öyle değil mi? Eh, evet ama her zaman da değil. O devamlılık mekan ve zamana dayalı bir devamlılık olmayabilir. (a bunu söylerken rüyamı* hatırladım)
Garip bir esintiyle ürperdim ve kendime geldim. Neden gitmek istemiyorum? Çünkü hava beyaz, soğuk, isteksizim ve elimde istediğim veriler yok henüz yani hazır değilim.
Kalkıp Skype'yi açtım ve italyan kızı bulup ona mesaj attım, o da bana sakin olmamı hocanın da çok sakin bir tip olduğunu, istersem mail bile atabileceğimi söyledi.
Ve ben de yastığımı yatağın ters köşesine koyup uyumaya devam ettim. Az önce kalktım. Bunca maskaralığa deydi mi? Sorarım size? 'Siz' derken, Gökçe?


Rüya:

*İlk rüyamda, ki çok yarım yamalak hatırlıyorum, yanımda minik bir oğlan çocuğuyla ağaçlar, çamurlu ve lağım kokulu dereler, kanallar geçiyoruz, evlerin arkalarından geçerek, pis boruların üstlerinden altlarından sıyrılarak yıkı dökük tahta bir barakaya varıyoruz. Kapıda uzun rasta saçlı Hindistan'dan yeni gelmiş ingiliz bir eleman var, herkesler takılmakta. Her yer (su, gök, toprak) haki yeşil tonlarında. Hani sanki Sonra Yakup geliyor merabalaşıyoruz ve ben Yakup'a, geçen gece rüyamda seviştiğimizi gördüğümü söylüyorum, bunun üzerine gülüyoruz. Sonra o içeri giriyor ve ben de dolanıyorum...

İkinci rüyada tamamen semaver kumpanya var. Sanırım Murtaza'nın sahne arkasındayım ama burası daha çok bir arka bahçe gibi. Kıyafetler biraz değişmiş, hepsinin gözlerinde sürmeler var. İçerisi minik ve eski bir salon. İzleyicilerin çoğu çocuk ve veliler, çocuklara plastik tabak ve bardaklarda pastalar, börekler, kolalar, fantalar dağıtıyorlar. Bir karmaşa bir gürültü, bu sırada da oyun oynanıyor. Ben genelde o sahne arkası bahçede grupla birlikteyim. Aslında genel olarak Fatih'in kucağında oturmaktayım ve o saçma kavga olayından sonra aramızın düzelmiş olmasına çok sevinmiş bir halde etraftakilerle laflayıp gülüşürken elim arkada Fatih'in saçlarıyla oynuyorum ama sanki kendi saçlarımla oynar gibiyim. Sonra Fatih beni oyuna getirip kucağından indiriyor ve yandaki sandalyeye oturtuyor (bu arada sandalyeler bizim adadaki ahşap tonetler) Bu da benim Fatih'e karşı hissettiğim 'aşk'tan duyduğum gereksiz ve aptal utancı bize gösteren bir sahne. Eh n'oldu Gökçecim senin kendine güvenine? Kargalar mı gagaladı? Nasıl çıkacaksın sen sahneye böyle? Haaahahaha.

Şimdi köpüklü bir kahve lütfen

Tuesday 23 October 2007

yeni kavanozum ve kahvem

Shubert - Ständchen
Çok mutlu etti beni bu Radio Swiss Classic. Ev ben yokken de dinledi klasik müzik. Yedi gün yirmi dört saat.
Bugün evden 9:27'de çıktım ve 10:00'daki Herr Funck'un fotoğraf dersine yetiştim. Hemen sonrasında de Maxzin'in animasyon dersi vardı. Saat 10:00 ila 17:00 arası sadece kırk beş dakikalık bir ara vererek ders dinledim. Hayatımda hiç bu kadar yoğun ders takip etmemiştim. Garip bir şekilde almanca anlatılanları anlamıya çalışırken, türkçe anlatılan dersi dinlediğimden daha iyi konsantre oldum ya da daha az dağıldım ama tabi daha yorucuydu. Epey yorgun hissediyordum günün sonunda. Burda ders dediğin zaman gerçekten de ders yapılıyor. Hoca gerçekten birşey anlatıyor ve insanlar da gerçekten dinliyorlar. Garip bir biçimde de iki saat konsantrasyonları bozulmadan dinliyebiliyorlar hatta dinliyebiliyorum!
Fotoğraf hocası Funck biraz hayvan açıkçası. Beni habire almanca sorularla sınıyor, ben de anlıyabildiğim kadarına cevap veriyorum ama cevap veremediğim ve şaşkın şaşkın kaldığım zaman da ‘amaan sen de bişey bilmiyorsun’ diye dalga geçip gönderiyor. Bunu yaptığı her zaman Lisa bana dönüp sessizce 'Oh he's so mean!' diyor ben de 'Oh is he! Well I don't get it anyway!' cevabını veriyorum.
Gene de dersin bir kısmını anlıyorum gerçekten anlamadığım yerleri de Lisa çeviriyor. Bugün bize saat ondan ikiye kadar fotoğraf atölyesini nasıl kullanacağımızı ve neleri yapmamamız gerektiğini anlattı. Neyi kırarsak kaç para ödemek zorunda kalacağımızı, hangi fişe elimizi sokarsak kaç volt yiyeceğimizi. Geçen senelerde ben de okulda stüdyo fotoğrafı dersi görmüştüm ama tam manasıyla haspelkaderdi. Funck evet biraz korkutuyor talebenin gözünü ama böylece o stüdyoyu kullanırken nelerin benim sorumluluğumda olduğunu biliyorum. Gerçi bizim stüdyoda o kadar para edecek yenilikte malzeme yoktur muhtemelen ya, neyse…
Maxzin’in dersinde de büyük sınıflardan birkaç öğrencinin stop motion animasyon sunumlarını seyrettik. Haftaya ödevlerimiz var!
Kafam biraz olsun tatmin olmuş bir biçimde eve geldim ve karnımı doyurma çalışmalarına başladım. Akşam yemeğim lezzetliydi bu sefer:
tavuk
yanına tereyağlı sebze
peynir kızartması
muz ve kivi

Monday 22 October 2007

22.10.2007


Mozart Re Minör Requiem Aeterna.
Tan bunu Klecks'te mi kullanmıştı?
Beyaz bir gökyüzü gene.
Dün gece Güliz sevgilisinden ayrıldı biz de içip ağladık birlikte. Şimdi kendimi pis hissediyorum onca sigara ve şaraptan sonra nedense. Aslında belki de ağladığım için pis hissediyorum. Sonradan gereksiz ve vıcık vıcık buldum ağlamış olmamı, aklıma saçma sapan bir sürü ölüm getirerek. Sıkıldım çünkü böyle klişe acınmalardan. Sinirimi bozuyor kendime acımam. Kendimi babam gibi hissettim ve bu daha da asap bozucu.
Sabah ettiğim kahvaltı çok tatsızdı. Gidip alışveriş yaptım kendime reçel, bacağım kadar bir beyaz ekmek -weiss brot- ve müsli aldım.
Şimdi Ekin'e kitap tasarımı yapmaya oturdum. Conficius ve Aristo. Akşam da biraz plastrinle oynarım belki. Bir tiksinti var bu sefer de içimde. Güneş görsem geçerdi belki ama bu hava inat gibi. Belki film izlemek iyi gelebilir ama filmim ne var? Elephantman. Off...




http://http://www.radioswissclassic.ch/en/webradio 'dan, sağ üstteki ...listen on the web'e tıkla istediğin programda dinliyebiliyorsun gökçe unutma. Çok güzelmiş...

Sunday 21 October 2007

21.10.2007







Berlin Senfoni orkestrasının konserini kaçırmış bulunmaktayım bravo bana! Üstelik ilanı gözümün önünde duruken! En azından şu Circus Krone'yi kaçırmasam...100 yıllık bir sirkmiş, 1 Kasım'dan 10 Kasım'a kadar Munich'te bir yerde ve biletleri şimdiden alınıyor...
Bu sabah en az sekiz on tane rüya görmüş olarak uyandım ve her rüyadan sonra uyanıp tekrar uyudum. Gözlerimi her açtığımda gördüğüm gök yüzü farklı renkte olduğu için ne zaman rüyaydı ne zaman gerçekti bilemiyorum. Şimdi gök beyaz, sabah bir ara sulu kar bile yağdı. Tatsız, soğuk, isteksiz bir hava. İsteksiz olan benim tabi. İçimde garip bir ağırlık var ama aynı zamanda doğru yerinden fişeklersem ışık hızında fırlıyacakmış gibi...Panikatak!Yok öyle değil.
Uyandığımda canım Björk dinlemek istedi, hala dinliyorum. Sabah sabah björk eşliğinde fotoğraflar çektim boş boş...
Kahvaltı olarak sosisli yumurta yedim ama yumurtanın sarısının tadı bir garipti. Sonra kendime türk kahvesi yaptım içtim ve araştırmaya oturdum internetin başına. Konumuz 'magic mushroom'lar. Sonra taşaklarım ağrımaya başlayınca şarap koydum, içiyorum.
Evet garip...İçimde bir taş var...Yok kaya daha çok. Bir tarafı kuru ve kumsu, diğer tarafı ıslak ve sivri. Hangi taraf nedir bilmiyorum. Sanki özlediğim birşeyler var ama ne? Bilmem. Epey gerilere atıyor olmalıyım bulamıyayım ya da yeltenmiyeyim diye.


-Typical doses may cause a number of small effects, such as loss of appetite.[11] Higher doses (typically 2½ grams and above) cause numerous effects such as feelings of coldness,[9] numbness of the mouth and adjacent features,[11] nausea, weakness in the limbs (making locomotion difficult),[11] excessive yawning which usually occurs during the come-up, swollen features and pupil dilation.[9][11]-

Hatırlıyorum bir arkadaşım shroom yetiştiriyordu da beni de denek olarak kullanıyordu 'al bunu kullan neler oluyor anlat bana'. Mor siyah, tatsız, pörsük bir cins vermişti altı yedi tane. Ben ilkini yedim, baktım birşey yok, yedim hepsini. Sonra bir bahçe partisine gitmiştim ve bir anda vücuduma hafif bir ısınma gelmiş nabzım yavaşlamış ve yüzüme anlamsız bir rahatlama ifadesi gelmişti. Asıl eğlenceli olanı da herşeyin benden çok çok hızlı hareket edip, benim tüm hareketlerimin yavaşlamasıydı. Hatırlıyorum da masada duran şarap bardağıma, uçarak ve yarım satte ulaşmıştım...Sene kaç acaba? 2000? 2001? İkiz kulelerin yıkıldığı seneydi. O zaman 2001...

Saturday 20 October 2007

20.10.2007




19'un gecesi
İlk gece macerası!
Tam sayfa!
Renkli!

Helsinki Bar. Evime çok yakın bir bar. Cepheden bakınca sadece restoranmış gibi gözüken ama içeride arkada tıkışılan ve dans edilen ve bazen canlı müzik de olduğunu bize anlatan minik de bir sahnesi olan club kısmı var. Şeker bir yer, zemin tuğla biçimli terra cotta, tavan ahşap ve aşağı doğru asılı bir sürü A3 büyüklüğünde ince perdelerin üzerine yansıtılan ve parça parça gözüken film görüntüleri.
Biz (ben, Güliz, Martina, Chiara ve Lorena sanırım) 23:30 gibi gittik doluydu. İçkilerimizi alıp sahnenin kenarına oturduk. İlk tanıdığımız kişi, yabancılar şubesinde bize yardım eden kadıncağız oldu. Dans ediyordu, selamlaştık ve çok güldük. Arkamızda kamyon şoförü kılıklı dj '80'lerden '70'lerden ve hatta '60'lardan nemli ve rutubet kokulu dans müzikleri çala dursun ben, daha hiç ağzımı sürmediğim vodkam ve sonra aldığım biramın, masa olarak kullandığımız hoparlörün üstünde nasıl olup da hiç el deymeden zangırt diye devrilip yere düştüğünün sırrını keşfetmiye çalışıyordum ki, deli gibi dans eden bir alman gencinin birasını hoparlörün üstüne koymasıyla sır perdesi indi. Hoparlörün basları öyle kuvvetliydi ki üstüne konan herşeyi dans ettire ettire aşğıya atıyordu. Herneyse ben böylelikle 7 euromu gene havaya saldıktan sonra bana Güliz'in ısmarladığı biraya sarıldım ve hiç bırakmadım. Sonra aklıma gelen parlak bir fikirle hoparlörün üstüne oturdum. Bas terapi! Fizyoterapi masörü olarak gayet başarılı bir aletti bu hoparlör. Bir süre sonra belden aşağımı hissetmemeye başladım. Sonra alkolün verdiği sıcak kanlılıkla kalktım ben de dans ettim bizim kızlarla. Onca biradan sonra tuvaleti bulmalıydım artık. Kızlar tuvaletinde epey sıra vardı, erkekler tuvaletinden çıktığını gördüğüm bir kız ve bir çocuktan sonra ben de daldım erkekler tuvaletine. Aslında hep yaptığım şey ama gel gör ki çıktığımda kapıda sıra bekliyen kızlar beni alkışladılar, hatta biri bişeyler söyledi de ben de "Ja ja!" deyip güldüm ve gittim.
Kızların yanına döndüğümde yanlarına deli gibi sarhoş olmuş bir hırbonun oturmuş olduğunu gördüm. Yazık çok sarhoştu ve habire 'çak çak çak!' diye elini hava kaldırıyordu, bağıra bağıra şarkı söylüyordu. Bir süre sonra ciddileşip susup gitti, belki nihayet midesi bulanmıştır mesela...
Bir süre sonra italyanlar esnemeye başladılar ve biz gidiyoruz deyip gittiler. Ben hala hoparlörün üstünde oturup etrafı izliyordum. Biz de bir süre sonra sıkılıp çıkalım dedik ama tam çıkarken ben bir çocuk gördüm ve tanıdık geldi. Şüpheli bakışlarla yaklaştık birbirimize ve konuştuk. Hatırladık ki kaplan suratlı bu almanla, geçen seneki grafistte aynı gruptaydık.
Ben iki haftadır okula gidiyorum ama seni görmedim dedi bana. Umarım görüşürüz dedik. Biz çıktık, sonra neden çıktığımız anlamıyarak ve neden tekrar girdiğimizi de anlamıyarak tekrar gerisin geri girdik. Fakat dışarda biraz bekledik çünkü içerisi doluydu ve çıkan insan sayısı kadar alıyorlardı. Güliz giremeyeceğimizden korkunca ben de insanları itiştirerek en öne geçip içeri girerken İstanbul'da bir gece JazzStop'a para ödemeden nasıl girdiğimizi anlattım: Can'laydık, sarhoştuk, giriş paralıydı kapı gibi de bir bodyguard vardı. Girişte bir polis arabası duruyordu, oralarda bakınan birine neler olduğunu sordum, birilerinin kavgaya tutuştuğunu söyledi bana. Can 'nasıl gireceğiz ki' dedi, ben hiç birşey düşünmeden 'gel' dedim. Kapıya doğru yürüyüp bodyguarda içimden gelen ilk şeyi söyledim 'abi çok korktuk ya! dışarı attık kendimizi', başını sallayıp içeri aldı bizi.
Neyse girdik, kendimize bir bira daha aldık bir köşeye doğru yollandık. Ben tuvalete giderken kaplan suratlı çocuğa rastladım, adı Michael'di sanırım. Okuldan, seçtiği projelerden konuştuk iki saniye ayak üstü. Sonra ben Güliz'in yanına döndüğümde uzun boylu, o sıcakta paltosu ve atkısıyla dans eden kel bir adam vardı yanında. Sanırım konuşmaya çalışıyordu ama Güliz 'Gökçe kurtar benie' diyince ben de tek kaşımı kaldırıp artiz bir biçimde süzdüm adamı o da 'ouu' deyip uzaklaştı, gülüştük. Sonra anladık ki adam gaymiş ve sevgilisiyle birlikte gelmişlermiş. Bizim kamyon şoföründen sonra sahneye çıkan genç bir dj, kendisi de uçarak bangır bangır dans müziği çalmaya başlamıştı. Herkes azmış dans ediyordu. Bir Prodigy remixi çaldığını hatırlıyorum. Sonra biz gene sıkılıp çıkmaya karar verdik. Kapının önünde gay adamı gördüm -birilerine bulaşmasam olmaz ya- adamın atkısını çözüp açtım ve boynuna astım o da boynunu uzattı 'öp' diye, ben de öptüm, o da beni boynumdan öptü sonra da dudağıma bir öpücük kondurdu, gülüşüp 'çüüüz!' deyip çıktık.
Eve dönüş yolunu pek hatırlamıyorum, nasıl olsa bildiğim yerler deyip, kare kare kaydetme ihtiyacı da duymayıp uyutmuşum makinayı demek ki...

Friday 19 October 2007

19.10.2007






Saat 1:35, henüz evdeyim. Evde durdukça habire birşeylerle uğraşıyorum ıncık ıncık. Uyanınca ilk iş minik büstümle oynamak oldu. Kendisine birkaç ek yaptım. Bu benim ilk heykelciğim olduğu için bozmamaya karar verdim, kendime daha çok plastrin alıp daha büyük bir büstümü yapmayı deniyeceğim. Hava kapalı ve bulutlar duruyor yukarda hiç kıpırdamadan. Fona bulut resmi koymuşlar sanki. Sıkıcı. Bilmediğim bir peynirle kahvaltımı ettikten sonra kahve keyfi yapmak istedim. Köpüklü kahvemin yanında sigara içmeliydim elbet! Fakat dün aldığım American Spirit sigarasının bana sert geldiğini ve her seferinde yarısında söndürdüğümü hatırlayınca minik bir operasyonla bunu halletmek için kolları sıvadım!
Malzemeler:

- IKEA kesme tahtası
- IKEA bıçak
- American Spirit sigarası
- makas
- seloteyp

Önce sigaraları aynı hattın üzerine düzgün bir biçimde diziyoruz.
Sol elimizle sigaraların üzerine sıkıca bastırırken diğer elimize IKEA bıçağımızı alıp kararlaştırdığımız noktadan sigaraları kesiyoruz.
Daha sonra sigara paketini altından açarak, makasla onun da boyunu kısaltıyoruz.
Sigaraları içine dizip aynı şekilde alttan kapatıyoruz ve seloteyple bantlıyoruz.
Jelatinine geri koyduktan sonra elimizde isteğimize uygun uzunlukta (kısalıkta) sigaralarımızı keyifle içiyoruz.

Afiyet olsun...

Thursday 18 October 2007

18.10.2007





Aptalım bugün çok aptalım. Hava serinledi ama güneşli. Bazen müfettiş bulutlar geçiyor sonra gene açıyor ama belli ki buranın ıslak ve içe işliyen bir soğuğu var. Sabah yedide kalkıp yabancılar şubesine gittik oturma iznimizi aldık ve eve döndük.
Ben beynim çalışmıyormuş gibi hissediyorum. Sanki durdum. Okula gitmiye gönlüm yok. Hiçbir zaman herkesin adapte olması gereken zamanda adapte olamamışımdır 'şey'lere. Hani sanki hızlı akan bir nehrin hareketini gözlerinle dikketlice izleyip, konsantre olup doğru anda atlamaya çalışmak gibi...Nehre atlamak mı? Bu nerden çıktı acaba?
Bu yüzden bugün ben çamaşır yıkamaya indim, Gonzales dinliyorum, kaseden çay içiyorum ve habire fotoğraf çekiyorum. Yalnız her seferinde daha yakından çekmek istiyorum fotoğrafları ve her yakınlaşmaya çalıştığımda sanki makinam da aynı oranda uzaklaşmak istiyormuş gibi hissediyorum. Sanki bilerek net görmüyor yakını...anlaşamıyoruz yani. Kendime bir Canon G7 alma ihtimalim var. Hele fotoğraf projesinde stüdyoda portre veya çıplak çekeceksem...
Dışarda bulutlar çok güzel...

Tuesday 16 October 2007

12-16.10.2007 Rüyalar-Paris





Dört günlüğüne Paris'e Ekin'in yanına gittim. 12 saatlik otobüs yolculuğu. Epey yorucuydu, bölük pörçük bin tane rüyayla gittim, bin tane rüyayla geldim. Gelirken de giderken de annemi gördüm rüyamda; giderken annemle Paris'te Ekin'in evini bulmaya çalışıyorduk, daracık sokaklardan geçiyorduk arabayla, sonra direksiyona ben geçiyordum ve park etmiş bir vosvosa çarpıyordum işte o anda otobüs fren yapıp durmuş zaten. Dönüşteyse binbir cefa, türk şoförün yolu uzatması, polis kontrolü derken akşam dokuzda bindiğim otobüsten ertesi öğlen on ikide inmeden hemen evvel gördüğüm rüyadaysa annem ben ve Momo birlikte tatile çıkıyorduk. Bir bozkırın üzerinde tek katlı taştan bir eve geliyorduk, bembeyaz yeni yeni çarşaflı bir yatağım vardı çok ferah. Fakat Momo bana bozuk çalıyor yüz vermiyordu. Bugün öğrendim ki, Momo kum döküyormuş...

Paris'te yemek yedik, uyuduk, seviştik ve yemek yedik. Enteresan olarak Louvre'un içindeki Safeviler sergisine gittik, (15.-18.yy arası İran) ve bir de ben bu dört gün boyunca sürekli herşeye kıskançlık yapıp durdum, artık belli bir süre sonra istem dışı, bunun bir ihtiyaç olduğunu kavradık ki her kıskançlığın ardından gülmiye başladık. Bilmiyorum neden kaydı kendime güvenim de böyle tezahür etti. (sebebi, periyodik hormon tebdilleri ve adaptasyon deveranı olsa gerek!)
Safeviler sergisi güzeldi, çok ince çalışılmış minyatürler, deri ve metal işlemeleri vardı. İnanılmaz iyi kullanılmış renk kombinasyonları (kombinezonları). Özellikle doğa tasvirlerinde (bulut, gökyüzü, dalga, dere, ağaçlar, figürlerin hareketleri, ejderhalar) belirgin bir japon enstampı havası vardı. Tasvir biçimi gerçekten çok benziyordu, ancak kompozisyondaki boşluk-doluluk dengesinden anlıyordum japon olmadığını. Louvre kartı çıkarttırdık, artık tüm sene istediğim kadar girip çıkabilirim...
Avrupa'da hele Paris'te hava hep gri olur (derler ki olur da) ama ben geldiğimden beri o kadar insanın içini sıkan bir grilik görmedim henüz, hatta hala bahar buralar. Bugün ancak öğleden sonraki stop motion dersien yatişebildim. Maxzin bize plastrin verdi ve aynadn portremizi yapmamızı istedi. Bana benzemese de başarılı denebilecek bir kafa çıkarabildim ama bu küçüklükte detay çalışmak çok zor olduğu için bozup daha büyüğünü yapacağım.
Yorucu otobüs yolculuğunu atlatmak için uyumalıyım...

Thursday 11 October 2007

10.10.2007






Bugün etrafı toparladım bulaşık yıkadım sonra çıktım ve terziye gittim çünkü şu anda perde niyetine astığım çok narin ve hoş kumaşları boynuma takarak değerlendirmeye karar verdim ve buraya perde yapmak niyetiyle getirmiş olduğum kumaşın kenarlarına makina dikişi yaptırmam gerekiyordu. Terziye girdim içerde iki kadın oturmuş dikiyorlardı biri daha gençti.
'aaa...Sprechen Sie Englisch?' diye sordum, kadın 'neiiinnn' dedi, ay malesef hiç bilmiyırum der gibi. Ardından bana sordu 'Sprichst Du Grechisch?' 'neiinnn' dedim ben de, sonra sordum 'Sprechen Sie Itelienisch?' 'Hah!' dedi güldü daha orta yaşlı olanı, yanındaki genç kızı göstererek o biliyor dedi. Çok şaşırdılar. Kıza derdimi italyanca anlattım, perşembe günü gidip alacağım.
Saat 15:30'da almanca dersi vardı, o saate kadar evimize yakın bir arka sokak meydanında keşfettiğimiz cafeye gidip tatsız iki kahve içtik ben de fotoğraf çektim. Herşey güzel ve çok şeker ama bir problem var, yaşlı teyze görmeye pek zor dayanıyorum ve burası yaşlı teyzelerle dolu. Özellikle biraz daha minyon ve bakımlı olanlarını görmek zor oluyor. Hemen aklıma anneannem geliyor ve tutamıyorum. Kahvemizi içtikten sonra cafeye girdim tuvalete gitmek için. Minicik bir kafe, üç masa vardı. Arka masada beş tane teyze oturmuş kahve içip sessiz sessiz sohbet ediyorlardı. Benim şapşal şapşal bakındığımı görünce tuvaleti aradığımı farkedip, bana tuvalete giden kapıyı gösterdi içlerinden biri. Bir anda içimi ateş kapladı. Kendimi tuvalete atıverdim ve N'apiim ağlamaya başladım. Bir anda. Kamburu olan küçülmüş bir teyzeydi, yüzünda hafif makyaj vardı saçları da hafif kabartılmıştı; minik bir sesle, kamburundan dolayı kaşlarını kaldırıp da bakabildi yüzümün olduğu yere. Tuvalette gözümün önüne anneannem geldi, bir sürü hali. Ve öldükten sonra da ölmeden önce de, onu görmeye az vakit ayırdığım için bundan pişman olacağımı ve acısını çekeceğimi tahmin ettiğim geldi aklıma. Daha fena oldum. Sonra ağladıkça teyzenin görüntüsü ve sesi yavaş yavaş parçalara bölünerek silinmeye başladı. Ağlamam durdu...


...


Okuldan dönerken bindiğimiz tramvayda önümüzde bir bebek vardı arkasına dönmüş oturan. Ben de fotoğrafını çektim. Onu da anneanneme benzettim..

Wednesday 10 October 2007

09.10.2007

ilk derse girdim nihayet. Herr Reine Funck'un fotoğraf projesi dersi. Saat 9'da sınıfa girdiğimde Funck, önünde birkaç fotoğraf kitabından örnekler göstererek brief veriyordu. Tabi ki almanca, ingilizce bilmiyor hoca! Her dediğini anlıyormuşum gibi en öne geçip gözlerinin içine bakarak dinledim onu, o da anlıyormuşum gibi anlattı, İyi konsantre olup birkaç kelimeyi yakalayınca az da olsa anlamayı beceriyorum. Dersin sonunda yanına gidip olmiyan almancamla ona "Ein problem.Ich spreche kein Deutsch aber ich verstehe sehr klein!" deyiverdim. İşte o andan itibaren kısa ve ilginç bir diyaloğa girdik, çünkü o bana almanca soruyor ben de ona ingilizce cevap veriyordum ama birbirirmizi nasıl olduysa anladık. Önce ingilizce bilen birinin projesini seçmemi söyledi ama ben fotoğraf yapmak istediğimde diretince, birkaç iyi niyetli öğrencinin de yardımıyla kendimi kabul ettirdim. Projenin ana teması ışık ve kompozisyon, manüpüle edilmemiş ham dijital fotoğraf. Önce gruplar halinde çalışılıyor ama sonunda herkes kendi ödevini veriyor. Işık düşünerek bir fotoğrafçı ya da belki bir film seçip onu sunacağız önce. Benim aklıma Hitchcock'un The Shadow of doubt geldi. Tekrar izleyip bakıcam bi...
Bana yardım eden öğrenci Lisa, geçen dönem Portekiz'deymiş erasmus öğrencisi olarak. Çok şeker bir kız, seçtiğim dersler ve hocaları üzerine konuştuk, e-maillerimizi aldık. Öğleden sonra Güliz'le birlikte almak istediğimiz meşhur, kıç kastırıcı stop motion dersine gittik ve yazıldık, Herr Maxzin. İngilizce biliyor ve çok şeker birine benziyor. Dersini seçen çok kişi olduğu için bizi araya sıkıştıracağını söyledi. Bu derste gruplar halinde çalışılıyor ve gerçekten sağlam bir katılım ve disiplin gerekiyor, sömestir sonunda bir grubun bir stop motion filmi oluyor. Benim ilk grup çalışması deneyimim olacak böylece. Konuysa, 'magic mushroom'! E dersten evvel bir iki tane dağıtırsınız herhalde gibi bir yavşaklığa giremeyeceğim kadar samimiydi adamcağız. İçim umut doldu hakkaten! Burdan mı mezun olsam diye düşünüverdim (gazla çalışan gökçe).
İki ders arasında da Rilke'nin hikayelerini okumaya devam ettim. 'İsa çocuk' hikayesini 'tam animasyonluk' olarak, 'gelincik...' hikayesini de tek kişilik oyun olarak işaretledim. Gelincik..., üç sayfalık minik bir hikaye, tam anlatıcılık; aklıma ses ve ışık efektleri gelerek hatta elimde boyalarla hayal ettim. Bu arada okulun bize bedava verdiği almanca kursuna yarın gidip bakacağım...

gölgem odam

Tuesday 9 October 2007

08.10.2007


Brigitte Bardot’yla güne başladım bu sefer. İki kıvırdım ve cimnastik yaptım dans derslerindem aklımda kalan hareketlerle, sandviç yaptım yedim.
Dün nehir kenarından aldığım taşları böyle lavaboma dizdim. Çok Feng Shui oldu bence. Ama dişini fırçalayıp da tükürmen gerekirse ya da hınkırman gerekirse nasıl olacak dersen, ikisinin arasına denk getirmiye çalışıyorum. Evimin feng shuisi! Kötü enercileri emsin tükürsün delikten göndersin diye...misyon sahibi doğal taşlar, dere kenarında nasıl davranıyorsa burda da öyle davranacak. Eşyağnın doğası.

07.10.2007 - Rüya 2



Pazar sabahı gök pırıl pırırl, üç damla gözyaşı.

RÜYA
Burgazada’daki evde başlıyordu ama hatırlamıyorum neler olduğunu, sadece geceydi ve biraz rüzgar vardı. Ordam annem, Doğanbaba, ben ve babam çıkıyorduk İstenbul’da bir yerde yemek yemeğe. Babam eve uğrayacağını söyleyip bizden ayrılıyor. Biz üçümüz boğazın epey ilerlerinde bir meyhaneye gidiyoruz. Epey yol tepiyoruz, arabadan inip yürümeye başladığımız noktada tepe bir yerdeyiz ve iki mafya tarafının silahlı çatışmasını görüyoruz ben başımı eğerek geçiyorum. O tepeden aşağıya indiğimizde sahil ve meyhaneyi buluyoruz. Buralar hep garip kılıklı zengin mafya babalarının geldiği yerler. Meyhanenin yanı öyle bir adamın evi, biz önünden geçerken sahile bağlı bir tekneye, daha doğrusu tekne gibi görünen ejderha gibi birşeye, üç tane fanfirifiş kadın atlıyor ardından da çirkin, dili doğu şiveli ama kırmızı üzerine siyah ejderhalı satn bir röptöşambır giymiş, gözünde kara gzlük ve başına bağlı gene kırmızı saten bir bandı olan, bıyıklı mafya babası biniyor (terapide anlatıyor olsaydım tam bu noktada bana HMM NE GELİYO AKLINA BUNLA İLGİLİ? diye sorardı bana Pınar). Gemi aslında bir hayvan olduğu için (sinirli ve bezgin sesler çıkaran bir hayvan) üzerine birisi bindiği anda hareket etmeye başlıyor, bu yüzden mfya babası da son anda atılıyor gemiye karada duran siyah takımlı, siyah gözlüklü badigardlar tarafından; ardından aceleyle geminin iplerini (yani hayvanın ince kuyruklarını aslında) gemiye doğru atıyorlar ve gemi gidiyor (ve gemi gidiyor evet)
Bunu görüp annemlerin arkasından masalara doğru gidiyorum, bu arada babamı arıyıp duruyorum bulunduğumuz yerin adresini vermek için ama bir türlü anlatamıyorum. Annem ve Doğanbaba oturuyorlar ben ayaktayım, babam arıyor ve meyhanenin sadece Cuma ve Pazar akşamları açık olduğunu söylüyor ( bu arada rüyanın, görüldüğü gecenin Cumartesi gecesi olduğunun bilincinde olması da ne demek ??)
Ben de anneme, onun konuşması gerektiğini söylüyorum, peki arıyayım diyor, sonra kararsız kalıp ‘ben mi aramalıyım acaba şimdiye kadar ben konuştum’ diyorum ama annem kendisinin aramasının daha iyi olacağını söylüyor. Bu arada Doğanbaba:
- E rakı içmiş. İçmemesi gerek ama hala içiyor içmemesi gerek diyor, annem de onu onaylıyor ben bir anda SUSUN! Die bağrıyorum, gözlerim doluyor ve bağardığım anda da özür dileyip ‘tamam ama şu anda konumuz bu değil! Anne babamı arar mısın..’ diyorum. Annem ‘doğru’ deyip arıyor..


Uyandığımda saat 11:bişeydi. Biraz ağlıyasım geldi ama biraz..biraz ağlayınca zaten hemen burnum aktı sonra da öksürük geldi. Yarına iyileşmiş olurum umarım artık onca ilaca.
Biraz perde diktikten sonra Güliz’le Lech nehrinin kenarına inelim dedik. Bir süra sol aşağımızda nehir, sağımızda otoyol yürüdükten sonra karşıya geçip bir yürüyüş yoluna vardık. Koca ağaçlar, tren yolu, tren yolunun kenarındaki anlam veremediğimiz minicik tek katlı, bahçeli evcikler ve Lech’in diğer bir kolu. Üç saat kadar yürüdük, pek iyi geldi. Lech nehrinin nerdeyse her yeri çok sığ ama akıntı kuvvetli, nehrin içinde ne bitki ne canlı var, dibi çakıl taşı, bazı yerlerde de atılmış ve yosun tutmuş duvar saati, kimlik, şemsiye vs. var; yalnız yeşil başlı yakışıklı ördekler yaşıyor üzerinde canlı olarak. Henüz neden olduğunu anlamış değilim. Çok kuvvetli aktığı için olabilir mi? Nehrin bazen ortasında bazen karaya yakın yerlerinde dibindeki çakıl taşları birikmiş ve suyun üstünde adacıklar oluşmuş, çok fantastik gözüküyor. Görünce haman üzerine çıkmak istedik. Karaya yakınlaşmış bir tane bulduk ve yoldan aşağıya inip, ağaçların arasından minik çakıl adacığa, ördeklerin yanına indik. Çok güzeldi. Bir ara gelip ateş yakıp alkol almış insanların izi vardı. Bu güzel günde neden kimsenin buralara inmediğini anlıyamadık. Bu minicik çakıllıkta durmak, nehrin üzerinde durmak gibiydi. Ördeklerin yanına yaklaşmaya çalışınca bize küfrderek uzaklaştılar. Oturduk biraz, elimizi soktuk suya buz gibiydi. Birkaç taş kaydırdık ve hava kararırken yola geri çıktık, eve döndük.
Yemek. Evet yemek yemek lazım. Renkli makarna? Tamam ama biraz sebze? O zaman...Havucu rendeleyip biraz kavurayım, sonra üzerine biraz da şey, ne var burda,ha semizotu, bir tane da domates rendeliyeyim ve boca edeyim makarnaya, biraz da kaşar parçası. Yi şimdi! Yidik, fena değildi, Güliz beğenip ikinci tabağı bile yedi. Eğlenceliymiş bu iş!
Bu arada, neden epey bir zamandır dinlediğim müzik türünü değiştirdiğimi anladım. Küçükken daha kolay anlaşılır ve aklımda kolay kalıp kolay hatırlıyabileceğim nakaratlı müzikler dinliyordum çoklukla. Aklımda kolay kalan şarkının nakaratından ziyade, bana hatırlattığı hislerdi ve bu hisler genellikle o müziğin kendisinin bende yarattığı histen çok, zaten yaratılmış ve özendiğim hialerdi sanki. Şimdi dinleyip de koyduğum yer genişledi sanki içimde ve yankılanıp birbirlerine çarpa çarpa geziyor bir sürü müzik ve tür. Hepsini dinleyip benimle özel bir ilişki kurmalarını izliyorum, kendilerine içimde yer açıyorlar. Eskiden daha çok içimi dolduruyorlardı taşıracak gibi sıkış tıkış. Şimdi kulaklarım ve içim yeni şeyler duymak ve söylemek, yeni şeylerin aklımda kalmasını istiyor, daha geniş daha olgun daha geçmişi olan daha hacmi olan müzikler. Her dinlediğimde yeni şeyler göreceğim sesler. Gerisi rahatsız etmiye başladı nedense. Nostaljiye (nostaljime) karşı büyük bir sempatim olmasına rağmen, geçmişimde yer etmesine rağmen kolay dinlenir müzikler kolay sıyrılıp sıkmaya başladılar beni. Mesela Vagon’un sahibi söylemişti bir gün, insanların caz sevmeleri için kulaklarını, alıştıkları şeylere, popa tıkamaları ve caz dinlemeye başlamaları gerekir diye, doğru. Dinliye dinliye kas çalıştırıyorsun sanki, ben pek az caz dinlerdim küçükken, yeni yeni anlamaya başladım. Anlamak ne demek? Okuyabilmek demek biraz. Bilmediğim dilde bir satır gördüğümde o benim için bildiğim harflerden oluşmuş, yalnızca görsel bir kompozisyondur ama kelimeleri anlıyacak kadar o dili öğrendiğimde o satırın benim anlıyacağım şekilde çözüldüğünü görürüm, artık anlıyabildiğim ama yeni öğrendiğim bir harf kompozisyonu vardır karşımda. Bir dili okuyabilecek kadar bile öğrendiğimde, ilk harfte takılıp kalmam aksine metni akıtarak okuyabilirim anlamasam da, böyle başlar. Sonra de o dile hakim olmanın tek yolu, daha çok matin okumaktır. Bunun gibi bişey işte.

05-06.10.2007




Fena hastayım ama alışveriş yapıp ilk yemeğimizi pişirdik:
Domatesli sosis yemeği yanına da püre ve karışık salata!
Buranın pazarı pek şeker ama bizim pazarların tersine pahalı. Fakat kendimi alamadığım bir TEZGAH var ki o da, içi pirinçle doldurulmuş, el kadar tüylü oyuncak hayvan satan adamın tezgahı. Dinazordan, örümceğe, evrimleşen kurbağadan amipe kadar her hayvan var. Minikler 5, büyükler 10 Avro. Umrumda değil her hafta gidip bir tane almaya karar verdim, asıl kendimi tutmam gereken nokta hergün gitmek olmalı! İlk olarak 15cm boylarında şapşal bakışlı bir köpekbalığı almak oldu.

Akşamsa saat yediden, herhalde onikiye kadar dört posta çamaşır yıkadık. Çamaşır makinaları ve kurutma makinaları sadece ikişer 50likle çalışıyor. Biz de onca saat, elimizde çay altımızda şalvarla girişin önüne tüneyip cuma gecesi şıklıklarıyla girip çıkanlardan KÜÇÜK PARA (Kleingeld) dilendik...

06.10.2007
Hava kapalı.
Hala hastayım, iki rulo tuvalet kağıdı bitirmeme rağmen burnum hala fena.
‘Geçicek geçicek’
Hani şu bir türlü içinden çıkamadığım, hiçbir kornişin bana uymadığı perde işi vardı ya...Ona bir çözüm buldum dün gece. 1 Avrocu’dan aldığım çıtçıtların (Druckknöpfe) en büyükleri benim perdeliğime tam oluyor! Bugünkü işim çıtçıtları perdeme dikmek. Evet...ama akşam olduğunda bir duruldum ve laptopumun kafasına göre çaldığı müziklere boyun eğip, üç saat kadar photoshopla uğraştım, son anda bir başarısızlığımı görüp çok çok sinirlenmeyi düşündüm ama yapmadım. Sonra uyudum..

04.10.2007

Hava kapalı, sisli. Evet bu sefer artık erken davranıp 8:30’da okula gittik ve proje seçimimizi yaptık. Saat 5, ve bu saate kadar neler yaptığımızı ben pek de hatırlamıyorum. Hasta kafası da ilginç birşey gerçekten. Okulun bıdıbıdı işleri hallolduktan sonra ilaç alabilmek için 3 ayrı doktor dolaştık, birinde sigorta geçmiyordu diğeri, kapısında saat 3 yazmasına rağmen 4:30’da gelecekti, her hayal kırıklığında geri dönüp tekrar soru sorduğumuz eczaneden Zitromax lmak istedimse de reçete istediler, gerisin geri dönüp sigortanın geçmediği doktora gitiim ala ala da 10 Avro aldı zaten adam benden. Boğazım beyaz değil de kırmızı olduğu için antibiyotik vermeyeceğini söyledi. Doktorun karısı da şu bildiğimiz özdeyişten girdi:
‘ilçla bir haftada geçer, ilaçsız 7 günde’. Antibiyotik olmıyan iki ilç verdi. Ama ben bu hasta halimle, bir içi ısınan bir ürküp soğuyan hatta telaşlanıp iki yağmur yağıp sonra gene birini görüp sevinip açan kararsız Augsburg havasında dolaşınca iyice sigortalarım attı elbet! Sinirden mi sıcaktan mı hastalıktan mı sıcak geliyor!?! Neyse eve vardım, akşam güneşi yüzüme vurunca yelkenleri indirdim suya, ilacımı bile almayı unuttum. Bunca emekle aldığım ilaçlarıma aşırı inançla bağlanıp en kısa zamanda mucizeler yaratayım diyorum. Mesela yarın evden çıkmamak ama elbet evi havalandırmak... (amma virüslü bir karı oldum ben). Arkadaşlarımın adları, Sinupret ve GeloMyrtol forte (hatta bu ilaçta DIN fontu kullanmışlar gene!)

Hayır, benim anlamadığım, eve geldiğimde yerler nasıl oluyor da bu kadar tozlu,
saçlı oluyor! Hani gören de ben yokken gün boyu uzun saçlı insanlar gelip yerlerde yuvarlana yuvarlana sevişmişler sanır!
Şimdi hasta hasta geldiğim evimde, kıçımı tekerlekli sandalyeden kaldırmadan dolanıyorum odanın içinde.arada kalkıp dans ediyorum, nefes almama yardımcı oluyor. Evet.


...


Günün cümlesi:

Zavallı Güliz arkadaşımız, eve geldiğinden beri odasında bir sandalye olmamasından yakınmaktadır. Yapması gereken tek şey bunu kapıcıya bildirmektir, gel gelelim kapıcı yalnızca almanca bilmekle kalmayıp bir de sadece sabah 9 ila 10 arasında ulaşılır konumdadır! Günlerce kara kara düşünen Güliz çareyi, söyleyeceği cümleyi ezberlemekte bulur, böylece kapıcıyı gördüğü yerde yapıştıracaktır cümleyi. Öyle de olur, Güliz ve kapıcı asansörde karşılaşırlar ve Güliz gerisin geriye kendisine yapışan cümleyi, yani günün cümlesini söyleyiverir:

Ich bin nicht stuhl!
(ben sandalye değiim)(ama gene yanlış gramer)

Kapıcıysa ona akıcı bir ingilizceyle, Pazartesi sabahı gelip alabileceğini söyler.

02-03.10.2007

bu sabah 07:15 kalkış. Animalsss! Son kalan kahvaltı ve çıkış.

....

Evet ders kayıtları için biraz geç kalmışız.
Hayır hala internetim yok.
Evet hastalanıyorum boğazım acıyor ve yorgun hissediyorum.
Hayır bugün çamaşırlarımı yıkıyamadım, pilav da yapamadım.
Evet herşeye perşembe başlayıp perşembe bitirmemiz gerekiyor.
Hayır hiçbir korniş tipi benim perdeliğime uymuyor perde dikip takamıyorum bir türlü.
Evet kafam karışık evet!
Hayır iyiyim teşekkür ederim.

...




Anlamsız bir gündü, anlamadığımız almanca ders programını deşifre etmiye çalıştık, bir de ilk bardağımı kırdım.
Bugün meğer ilk kez saat beş sularında evde kalmışım, farkettim ki günbatımını görüyormuşum. Pek hoştu göz kırptı bana krımızı kırmızı...

...

Saat 01:06 oldu. Bilgisayarım MFÖ çalmıya başladı bir anda uykum kaçtı içim fırladı dışarı! Heyecanlandım! Bölük pörçük anılar fışkırıyor bir sürü! Öyle dağınıklar ki cümle kuramıyorum bile! Yalnızca heryerimden akıyorlar dışarı. Unuttum Augsburg’da olduğumuu!

Halbuki burda Augsburg’dayım. Nezleyim öksürüyorum boğazım acıyor.

29.09.2007








On buçukta kalktık. Alman sosisli yumurta yaptım yanında süt. Nedense latin havaları iyi geliyor sabahları burda, yoksa hiç adetim değildir. (Sergio Mendes Trio, Jorge Ben, Harry Belafonte). Hava bir güzel bir güzel. Şahane bir bahar günü yaşıyan Augsburg…Evet. Hemen dışarı çıktık. Şehri gezmiye, gene elimizde bir alışveiş listesiyle: tahta kaşık (teflon tava için), makas, domates, çay, korniş…Caddeleri sokakları gezdik, tatlı yedik içki içtik balık yedik. Akşama doğru Rathaus Platz’a yakın St.Ulrich kilisesine girdik, perspektif yanılsamalı demir kapılar vardı içerde. Çocuğunu kurt kapan kadının yardım çağrısı üzerine dualariyle, kurdun çocuğu ağzında getirdiği efsanenin sahibi Aziz Simpert’i öğrendik, 1200.yıl dönümü kutlanıyor. Kapıdan çıkarken gördüğümüz çok güzel mermer taş üzerinde de kiliseyi 2006 yılında ‘Papa’ya ait, Jerusalem’deki kutsal mabed şövalyeleri’nin satın aldığı yazıyordu. Aynı caddeden düz renkli tülbent inceliğinde beş tane büyükçene kumaş aldım perde yaparım diye. Rathaus Platz’daki Europa Cafe’ya oturup kahve içmiye başladık. Ben Ekin’e ne lise eğitimimde ne de üniversite eğtimimde hiç ama hiç nasıl ‘essay’ yazılır, nasıl araştırma yapılır hiç öğrenmediğimden dem vurdum. Ekin de bana disertasyon yazmayı, araştırma yapmayı öğretebileceğini söyledi:
-mesela şöyle bir soru olsa, ‘kanunlara her zaman uymalı mıyız?’
Bunun üzerinden biraz konuşturdu beni:

Sorunun içinde neler var?
-Kanun nedir
-Her zaman
-Mıyız, biz
Kanun, insanların hak ve özgürlüklerinin, gene insanların hak ve özgürlüklerini koruyabilmek için sınırlarını çizen kurallar bütünüdür.
‘Her zaman’ diye belirtildiğine göre aslında uymamız gereken birşey olduğu yargısı var soruda. Uymalı MIYIZ, biz, toplum. Kanunu koyan kim? Meclis, yasama yürütme yargı. Kanunlara uymamak ne demek? Ceza demek...

gibi.

Kafamın birçok bağlantı noktasının, paslanmış olmasa da yağlanması gerektiğini hissettim. Bana ödev konumu verdi:

HAYVANLARIN RUHU VAR MIDIR?
anima – animale, spiritum...hmm


Sonra, büyük bir azimle aradığımız barlar sokağını keşfettik şans eseri. Akşam yemeğini güzel bir breuereida yedik. Masayı alman bir çiftle paylaşıyorduk, onlarla konuştuk. Frankfurter çocuk, gittiği ülkenin dilini öğrenmenin, entegre olmak için önemli birşey olduğunu düşündüğünü ve İstanbul’u çok görmek istediğini söyledi. Sonra alman dialektlerinden örnekleri ve taklitleriyle, sosis yemeklerinin isim ve yapılışlarının yöresel farklılıklarından, Hamburg’un ve Frankfurt’un çeşitli house müzik çalan iyi dans clublarından bahsetti, bu arada yanındaki kızı ancak yemeğin sonunda öpmeye vakit buldu. Ben ömrümde yemediğim kadar et yedim sanki. Çıkınca anladık ki eve yakınmışız zaten ve bu kent minicikmiş zaten ve dönüp dolaşıp aynı yerlere geliyormuşuz zaten. Eve geldik Bethooven dinledik...

Rathhaus denen meydan ve çevresiymiş meğer asıl şehir.Benim kaldığım yer, şehir kapısının bir kilometre kadar dışında ve daha donuk daha beton üstelik bol bol türk dükkanı (özge kebap haus, gözde friseur, onur hatay restaurant vs.) olan yerinde. Şehrin etrafı Lech nehrinin minik kollarıyla sarılı ama şehrin içinden pek geçmediği için hiç de nehri, suyu olan bir kent gibi hissedilmiyor. Sinsi sinsi akıyor arka sokakların altından ve şehrin dışından ve öyle sessiz akıyor ki akan suyu ancak görebiliyorum, her seferinde de şaşırıyorum, hala ikna olamadım nehrin nehir olduğuna. Benim apartımanı şehirden, Lech’in Sen nehri genişlinde bir kolu ayırıyor. Apartımanın biraz aşağısı hızla akan gri nehrin kıyısı, büyük ağaçlar ve ufak kayalar var. Güneş olan bir günü orda geçirmek istiyorum.

30.09.2007 – 01.10.2007






On buçuk gibi kalktık The Bratsch dinliyerek sallandık.
14:00 gibi bir trenle Munich’e gittik. İlk çıktığımız caddede sadece türk dükkanlar vardı: kebapçılar, düğün salonu, kıyafetçi, telefoncu vs. garip bir durum. Sonra büyük gürültünün olduğu yere vardık. Kocca bir panayır alanı, çok çok büyük. Çoluk çocuk bir DÜNYA insan. Bir sürü lunapark makinası: korku tüneli, fantastik tünel, rollercoasterlar, vahşi dönme dolaplar, korkuç ve çekici. Herşey çok ve dolu ve fazla büyük geldi bana girdiğim anda. Önce tuvaletleri bulduk sonra 3000 kişi kapasiteli 7, 8 bira çadırından hangisinde içelim diye fütursuzca ona buna girip çıktık. Oturmadıkça bira içilemiyor. Sonunda Löwenbräu‘nun çadırında birilerinin yanında yer bulduk oturduk. İçerdeki 3000 insan da olağan üstü sarhoş, herkes çıldırmak için kıçını yırtıyor ve kıpkırmızılar, ordan burdan bilmemne kadara aldıkları geleneksel kıyafetler, üstlerine bira dökülsün kusmuk olsun diye var. Çok güzel! Çadırların tam ortalarında yüksekte sahne mahiyetinde bir yer var ve orda bando müzik yapıyor, o marş senin bu marş benim çalıyorlar. Biralar 1lt geliyor ve tanesi 8 Avro. İnsanlar hep bir ağızdan tüm şarkıları söylüyorlar detone olmaksızın. Önce, ‘eğlenebilmek için tüm bu şarkıları bilmek gerek ben bilmiyorum ki’ dedim, kalabalıktan ürkmüş olacağım çünkü ikinci litreme geçtikten sonra bir anda şarkıları söylemeye, masaların üstüne çıkıp oynamaya ve herkes gibi üstüme döke döke bira içmiye başladım. Birsürü insanla tanıştık, Hollanalı pastacı bir adam, polonyalı şehla sarhoş kız, brezilya asıllı alman çocuk, Bask İniaki...
22:30’da bitiyor içki servisi, sonra çıkılıp Munich meydandaki barlarda devam ediliyor ama tam tüm grup toplanmış gidecektik ki herkes kayboldu. Durup birşeyler yiyelim dedik, işte bu kısmı hatırlamıyorum ama Ekin’in anlattığına göre aldığım snitzelli sandviçin üst ekmeğini yere atıp üstüne basmış, sonra da snitzelden iki ısırık alıp gerisini de yere fırlatmışım. Yapıyorum böyle vahşilikler, henüz bilmiyorum neden.
Sonrasında beni ben yapan alkol, ilk girdiğimde binmeye kesinlikle çekindiğim o aletlere doğru koşturdu. Önce komik korku tüneline girdik kahkahalarla sonra da rollercoaster. Ben daha devam ederdim ama Ekin kusunca etmedik döndük Augsburg’a. Ama o anlamsız kalabalık içime yer etti aklım kaldı, bitmeden bir kere daha gitmek için ateş yanıyor midemde...
Gece 02’de evdeydik, uyuduk, sabah 11’de kalktık, yorgun ve aylak gezdik. Çok güzel bir kilise daha gördüm, 825. yılını kutlayan St.Peter Amperlach kilisesi. İçi çok minimalist ve çok dikkatli bir biçimde restore edilmiş, kilise için özel sandalyeler tasarlamışlar örneğin, arkalarında ilahi kitabını koymak için cep kısmı, ceket asmak için minik bir askısı olan, üzerine uzun bir keçe parçası konarak sıra haline gelebilen başarılı tasarımlar. Saat yadiye kadar yorgun yorgun dolandık orda burda, aklımızda geri dönüp sarılıp uyumak vardı. Trama binip şehrin biraz dışındaki Euroline otobüs duraklarının olduğu yere gittik, farkettim ki ikea da ordaymış. Yarım saat otobüsü bekledik. Sonra Ekin binip gitti, gelirken edindiği arkadaşlarını yerli yerinde bulunca gülümsedi. Ben de kararmakta olan alacakaranlık kılıklı havada ıssız ıssız tramvay durağına yürüdüm. Makinadan bilet alamıyınca, dar kotu üzerine bol bir hırja giymiş, elinde bir kitap tutan alman kızdan yardım istedim, konuşmıya başladık. Hoştu va şekerdi. Fotoğraf ikinci senede okuyormuş. Minyondu, suratı yuvarlak ağzı genişçeneydi, gözündeki bilmemkaç derece gözlükler zaten büyük olan açık mavi gözlerini daha da kocaman gösteriyordu. Sakin ve tatlı bir sesle konuşuyordu, nerde kaldığımı, neden geldiğimi, yalnız başıma kalıp kalmadığımı sordu. Ben de ona ne tür fotoraflar çekmekten hoşlandığını sordum, portre çekmeyi seviyorum diyeceğini önceden tahmin ettim ama cevabını bitiremeden inmesi gerekti, inerken cevap vermeye devam etti, kapı önünde kapanırken de ‘Crazy things!’ deyip bitirdi cevabını.Arkasından baktım acaba nereye gidiyor diye, sevgilisine olabilir mi? küçük ama? Kapalı bir kıyafet dükkanının vitrinine birkaç saniye bakıp yürümeye devam etti. Floresan ışıklı karamsar tram ilerledi..

Akşama, bir anda yalnız kalınca dank etti. Çarpıntı başlar gibi olacaığını hissettim, alkol dedim alkol herkese iyi gelen bir insan. Güliz’le çıktık, keşfettiğim barlar sokağına gidip iki bira içtik. Gittiğim ülkenin barlarında alkol almak bana iyi gelen birşey, sanki beni ona, onu bana yaklaştıran ve alıştıran şey. Konuştuk, her yerde duvar gibi karşımıza çıkan türklere sürünmeden geçmiye çalışarak çünkü kendileri barlara gidip kola içen cinsten.Yarın sabah erkenden okula gitmece...Bu arada saçlarım uzuyor.