Wednesday 28 November 2007

görmemişin sarma sigarası olduğu vakit





28.11.2007


Kötü uyandım. Saat 12:00'da ya da !':=='DA. Birkaç kere uyanıp tekrar yatınca gördüğüm rüyalar çok yüzeyde kalıyor ve canımı sıkıyor. Geç kalkmak da salak ediyor. Okula gittim, yemek yedim çıktım. Kendime almanca çizgi roman aldım. Biri Neil Gaiman hikayesi, illüstrasyonları çok güzel. Kilo kilo plastrin aldım. Aldığım dükkan (mahalle kırtasiyesi, modelcisi) kapatıyormuş dükkanı üç haftaya, o yüzden indirim yaptı bana. Eve geldim, canım sıkılıyor. Topuklu ayakkabılarımı giydim. Bilmem canım istedi.Koydum şarabımı. Ha bir de artık sarma sigara içmeye başladım. Daha lezzetli (yeni idrak ediyorum evet) ve sarması da çok eğlenceli, her seferinde farklı bir kalınlıkta ve eğrilikte oluyor. Eğlence bana!

Tuesday 27 November 2007

27.11.2007 / (abdullah abi ve ben, cilt I)


Paris sonrası...
İki günlüğüne gidecektim Paris'e ama gel gör ki iki hafta kaldım. Yemek yapmayı öğrendim, dikiş yaptım, fransızca Aristo ve Rousseau okudum biraz. Ege'yle epey buluştuk ettik hatta İstanbul'da olduğundan daha fazla görüştüğümüzü farkettik. Grev dolayısıyla uzadı kalmam biraz da. On gün kadar süren bir grev oldu Paris'te, hatta şu an öğrenci grevleri sürüyormuş. Emeklilik yasasını protesto ediyorlar. Aynı anda Almanya'da da demir yollarında grev yaptılar, tüm zamanların en düşük maaş dönemini geçiriyormuş De Bahn da.
Ben de otobüsle döndüm sonunda, yoldaki kaza yüzünden üç saat kadar rötarlı geldim ama yol müthişti.
Veeee karşınızda türk şoförünüz Abtullah abi!
Giresun'lu, 52 yaşında aaa ama sadece 40 gösteriyor, onbeş yıldır otobüs işinde. Yol boyu üç saat kadar, yanındaki muavin koltuklarında oturup 'roman gibi hayatım' kabilinden gerçek hayat hikayeleri dinledim kendi ağzından. Epey yorucuydu. Romanımızın kahramanı Giresunlu olunca, hikayeler bayağı vahşileşiyor tabi. Almanya'da doğuyor, gençliğinde babaya karşı gelip kaçıyor evden Türkiye'ye, giriyor Ulusoy'a. Beş sene Türkiye Almanya hattında. Sonra Türkiye'de, arabasını sattığı ama parasını alamadığı genç Karadenizli adamın kulağına ateş ediyor ailesi önünde, kurşun sıyırıyor, amaan sanki şah damarına ateş etmiş de, kadın bayılıyor adam altına sıçıyor, çocuklara temizletiyor, alıyor parasını da adamı da, götürüyor bir yere arabayla, açtırıyor kapıyı, vuruyor tekmeyi atıyor dışarı. Sonra bu genç adam buluyor Apo abiyi köyünde, bu sefer yanındaki bir Rus, bir Bulgar, bir de Kürdün görünce tarlalardan ağrı koşarak kaçtığı iki silahına birden davranıp adama sekiz kurşun sıkıyor. Öldü mü? Ölmedi. Adam felç kalıyor. Bu da tanıdıklardan bedavaya italyan pasaportu alıp (aslında 2000e 3000e alınıyor) kaçıyor Almanya'ya. Önce iş bulamıyor, sonra bir tanıdığın akrabası ağır abi millet vekili sayesinde iş buluyor hemen. Birkaç gün sonra polis basıyor, sahte pasaport, doğru cezaevine. Rize, Bayrampaşa, Ipsala beş cezaevi geziyor, üç sene sonra çıkıyor. Bu arada tabi türk, alman, her milletten her yaştan bütün kadınlar peşinde. Kendinden 22 yaş genç bir Almanla evleniyor, ayrılıyor. Şimdi hali hazırda Almanya'da formalite evliliği yaptığı ve böylece uzun süreli vize alabildiği kıskanç alman karısı ve Türkiye'de de formalite icabı boşandığı türk karısı ve iki de oğlu var. Borçlarını temizlesin Türkiye'ye dönecek. Bana da kartını verdi:
"Almanya telefonu kapalıysa bil ki Fransa'dayım, fransa kapalıysa bil ki Almanya'dayım. Arıyosun, Abdullah abi ben -isim neydi? ha Gökçe- Gökçe, falanca gün falanca yere gidicem, ben yoksam bile yeğenim derim bedavaya gidersin. Tamam mı?"

Ne muamele ne muamele. Temiz yastık! Yasak yerde en önde iki kişilik yer! Demleme çay! Portakal suyu! Şoför değiştikten sonra da ineceği yerde gelip beni, "Hadi kak kız zilli! Amma uyudun! Sabah oldu sabah!" diyerek uyandırdı...


Paris'te yaptığım birşey de stop motion hikayesini Ekin'in de beyninin yardımıyla başlayıp bitirmek oldu. Bugün sundum ve beğenildi. Maxzin "I think it's a very intelegent story and if I were you I wouldn't put any sound, because it can still work without sound which means...it is a good work" dedi. Nasıl çekeceğimle ilgili olarak teknik geliştirmem gerekiyor şimdi de. Hadi bakalım. Öperim.

Friday 16 November 2007

11.11.2007

Paris’e geldim bu sabah. Üç çeşit domatesli bir kahvaltıdan sonra dışarı çıktık, konsere gittik. Pazar konseri, Théâtre du Châtelet: Valeriy Sokolov (Ukrayna) keman, Ilia Rachkovski (Sibirya) piano. İkisi de yirmi yaşında.
Çok iyi bir konserdi. İlk olarak Bach’tan solo keman için Re Minör Partita (hani şu en çok bilinen) sonra da Béla Bartók’tan keman ve piyano için Sz.75, 1 no’lu sonatı dinledik. Kemancı çocuk bir tür Aras’tı gene. Alkıştan çok rahatsız olan ciddi mi ciddi bir küçük adam…Bach çalarken biraz gergin olduğu seziliyordu ve daha sonra Bartók’u dinleyince anladım ki bu çocuk Bachçı değil Bartókçu. Bartók’un sonatı çok güzeldi ama özellikle düet olarak hakikaten zordu.
Bach’ın partitasını ondan dinlerken, siyah beyaz bir filmin içinde, taş, eski bir şatonun kuru sarmaşıklı gizli bahçesinde yürüyormuşum ve şatoya uzaktan bakıyormuşum gibi hissettim; ‘Deli Bartók’u dinlerkense kocaman kâğıtlardan ve kartonlardan yapılma, bin tane farklı koyu yeşil tonunda bir orman dekorunun içindeymişim gibi. Dalların gölgeleri kemancının üzerine düşüyordu. Kırmızı keçeden kuşlar…
Gerçekten yaşından beklenmeyecek kadar (ben kim oluyorsam bunu söylemeye!) olgun bir yorumcu bu çocuk. İsmini unutma!

Konseri izlerken aklıma küçükken duyduğum yorumlar geldi:
‘Hiç hata yapmadı’
‘Eh, ufak tefek hataları vardı…Yanlış bastı bir iki yerde ama olsun’
‘Hem de epey zordu son çaldığı!’
Küçükken sanırdım ki klasik değil de modern parçaları çalmak daha zor! Halbuki bu zorluğu, çalan değil, dinleyen kişi çekiyordu sanki! Seneler sonra, kendim de bir süre çalınca anladım ki hataların hiç önemi yok. Hatta o hatalar bile icranın parçası sayılabilir belki, çünkü aynı yerde yapılan bir tökezleme dahi olsa, hiçbir icracının hatası diğerine benzemiyor olmalı. Modern müzik icrasının ve dinlemenin zor olması, kulakların bu yönde çalıştırılmamasından kaynaklanıyor elbet. Çocuk önce klasik müzikle başlıyor eğitimine, kulağa daha kolay gelecek melodiler ve dizilimlerle. Çocuğun da olgunlaşması bekleniyor modern bestecilere geçmeden önce. Mesela ben hatırlıyorum ki konservatuvarda her sene sonu sınavında mutlaka bir etüt (sırasıyla Beyer, Czerny, Chopin), bir Bach ve bir sonat çalmak kuraldı. Ancak üçüncü ya da dördüncü seneden sonra bu müfredata bir de romantik eklenir ve sonraki sene bir modern eklenirdi. Benim ilk ‘modern’im Adnan Saygun’du, sonraki sene Saygun ve Bartók’tu. Hakikaten de kulak, klasik müziğin dizilimine alışınca moderni anlamaya başlamak sancılı oluyor biraz. Anlamadan ya da parça parça içinde gene tanıdık ezgiler bulmaya çalışarak çalmaya debelendiğimi hatırlıyorum o yaşlarda.

Sonra onlara bis yaptırdık, gene Bartók’tan ‘Macar Halk Ezgileri’ni çaldılar. Hiç dinlememiştim, çok beğendim.

http://www.harrisonparrott.com/artists/Valeriy_Sokolov.asp

http://www.youtube.com/watch?v=WQOg5cnhuOs

http://www.rachkovski.book.fr/

http://reflectweb.reflectsystems.com/getcontent.aspx?WCID=aa0e97f0-7ccd-4492-bade-0966b2c12d18&Action=Factory&FileName=vancliburntri/frame.htm

Saturday 10 November 2007




Dün canım sıkıldı, kattle'ımla göz göze geldim. Film çekeyim ben bugün dedim. Aslında ürkütücü bir kattle filmi yapmak istiyordum ama sonunda böyle birşey çıktı.

Friday 9 November 2007

kendime adam arkadaş yaptım ve bir de trafik işareti çaldım ve bir mum








hepsi yatay evet. yapabileceğim birşey yok. Blogun bana (mac'e) oynadığı bir oyun olsa gerek

kenarındannnnnnn



çokkkk fena birşey oldu!
Bira içiyordum. Ne var bunda! İkinci biramın ortasındaydım. Leptop karşımda, bira solumda. Film montluyorum. Bir an, elimi sola doğru çevirrrdiğimm gibiiii biraya vuruvirdim! Bira sen patla leptopun ekranında! Klavyeye indiği anda ekran gitii! Ben bir telaş! Debelene debelene tüm fişleri çıkardım! İlk hamle olarak yatak örtüme sildim leptopu! Sonra bi koşu banyoya! Tuvalet kağıdı rulosunu uçurarak silmeye başladım! O da yetmedi kağıt havluyu yerlere saçarak kurulamaya devam ettim. Fönü çalıştırdım! Pili bi çıkardım ki bira akıyor aşşşağıya! Hadi onu da kuruladım, oraya da fön! Ağlıyayım mı n'apayım!? Getirdim geri, taktım pilini ve herşeyşini, açtım. Açılırmış gibi yaptı, yok! Yanıp sönüyor standby ışığı! Kapattım tekrar! Gene bi yarım saat fönledim, tekrar açtım (bak tam şu anda gene döktüm azıcık masaya!Ah gökçe!) açıldı ama ekranda bir kilim deseni! Aaaaah! Gene kapadım! Memo'ya mesaj attım n'olucak diye, dedi bu gece beklet, yarın da açılmazsa endişelenmeye başlıyabiliriz! Aaaaaaaaaaaaaaaaaaah! Tekrar kuruttum fönle! Açtım...Açılıyor gibi...Bakiim?...AÇILDII!Aman bir sevindim! Hemen bir koşu aşağıya indim yıkadığım çamaşırlarımı 1.5 salisede kurutmaya koyup 3 saniyede Aldi'ye gittim (giderken az daha paçama basıp düşüp burnumu kırıp hastane bulamayıp kanamadan ölüyordum!) 6 tane bira, 2 tane sigara, bir de tavuk göğüs alıp geri geldim (geri gelirken paçama basmadım ama virajı hızla alan bir arabanın tamponuna iz bırakıyordum az daha!) Neyse..döndüm eve ki bir de ne göreyim!





Leptopum çalışıyor!

Thursday 8 November 2007








Lavaboma bu sefer de ayakkabımla evime kadar gelen kuru yaprakları koydum. Islandıkça güzel kokuyorlar

08.11.2007






Sabahtan beri Lyle Mays/Pat Metheny - Au Lait dinliyorum repeatte...Çok huzurlu.Gürkan'a göndereceğim bu parçayı, o çok sever Pat Metheny'yi...

Bir süredir daralmış, sabırsız ve sıkıntılıydım. Eve alışveriş yapmayı unuttum kaç gün boyunca, bu demek oluyor ki yemek yediğimi unutuyordum, ancak acıkınca aklıma geliyordu...Sonra, önce fotoğraf dersindeki gelişmeler, sonra stop-motion dersindeki gelişmeler ve en son da bugünkü sosyal kampanya projesi için aklıma birşeylerin gelmesiyle kendimi daha rahat ve huzurlu hissetmeye başladım.


Sosyal kampanya için konu bulamıyordum. Türkiye’de yapacağım bir kampanya konusu arıyordum. Kadın hakları, insan hakları, hayvan hakları, ibne değil eşcinsel, silahlanmaya hayır...Ama hiçbiri başlama noktası değildi benim için. Birine başlasam kendimi ortada hissedecektim ve inanmayacaktım yaptığıma. Tıkanıp kalmış idim. Gene de derse gittim bugün. Birşeyler yapmış olan insanlar işlerini hocaya gösteriyorlardı. Bense beynim durmuş bir şekilde italyan kızın bilgisayarına bakıyordum mal mal, sinir oluyordum kendime. Tam eve dönmeye karar vermiştim ki hoca, kucağında getirdiği tasarım kitaplarını masaya paat! diye bıraktı. Kitapların yanına gittim, en eskisini alıp bakmaya başladım. Hangi afişte çaktı şimşek bilmiyorum ama bir anda aydınlandım! Aklıma, yapacağım konu geliverdi. DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ! Gerçekten de herşeyin başı buydu. Sonra kitaplara bakmaya devam ettim, iyi geldi. Annemi hatırladım, bana hep ‘başlamadan biraz dergi kitap baksan?’ der. Bu sefer tam doğru bir zamandı kitaplara bakmak için. Belirsiz bir biçimde kafamı toparlamam için gereken konsantrasyonu sağladılar. Sonra oturup bir saat kadar ‘bireyn sıtorming’ yaptım ve bir kampanya geliştirdim.

Konu: duyarlılık ve anlayış
Başkasını anlamak.
Duyarsızlık da bir tür faşizmdir, karşıdakini yok saymaktır.
Düşünüyorum öyleyse varım.
O’nu anlıyor muyum?
vs...

Çocuklar, travestiler, birşey için savaşanlar, deliler, hayvanlar, öfkeliler, acı çekenler...

Hangi mecralarda ne formatlarda çalışılabileceğini de belirledim. Bu daha çok bir proje gibi oldu, sonunda tam olarak bitecek bir iş gibi daha çok. Halbuki disziplinin projeden farkı, belli bir alanda (ki burda afiş) çalışmak yalnızca. Ben gene de geliştireceğim ve sunacağım bakalım ne derse artık...
Bunu bulmak öyle rahatlattı ki beni.

Geçen fotoğraf dersinde de (hani şu Herr Funck, almanca konuşmamı istiyen ve uyuz davranan) sunum yaptık üç kız: ben Liesa ve Gudrum. Hepimiz fotoğraflar seçip onları ışık bakımından tanımladık ve tartıştık. Benim tüm fotoğraflarım Ralph Gibson’dandı.
( http://www.ralphgibson.com )
O gün defterime şunları yazmışım:


- Ben, ingilizce konuşmaya başladığım anda herkesin sus pus olup hiçbirşey konuşmayacaklarını düşünüyordum ama öyle olmadı. Almanca da olsa konuştular ve tartıştılar. Bizden sonraki sunumlarda çevirmenim Lieasa hasta olduğu için gitti ama ben gene de rahat hissedip soru sordum ve cevap alabildim. Çekingenlikleri garip, çok iyi ingilizce bilmelerine rağmen konuşmamayı hatta daha ziyade ‘bulaşmamayı’ tercih ediyorlar sanki. Bu dersten sonra sınıftaki alman kızlardan biri mensada bana yanında yer açtı. Çok şaşırdım! Sonra da sorular sordu ve hatta bana cevap da verdi! (hehhehe) Okullarının böyle boş ve soğuk olmasının sebebinin öğrencilerin bu okulu sevmemesi olduğunu söyledi. Burası rektörün binasıymış ve hepsi de kendilerini onun misafiri gibi hissediyorlarmış. Fonksiyonel olmadığını düşündüğünü de söyledi. Gerçekten de öyle biraz. Binanın ön cephesindeyken (yani sınıfların kapılarının buluduğu taraf) bir alt kata gitmek için binanın bir ucundaki merdivenden inmek gerekiyor. Ordan bir alt kata inmek içinse diğer ucuna yürümek gerkiyor çünkü orda merdiven var. Binanın görünmeyen tarafında dümdüz inilen merdivenler var ama onlar da çok geniş değil. Evet çok şık, minimalist ama ancak ofis olur, okul olmaz asla. Buz gibi, temiz, yasak...

Sonra düşündüm sınıfta neden daha rahat olduğumuzu...Bu karşılıklı rahatlamanın sebebi benim biraz olsun kendimi onlara göstermiş olmam. Ne menem bir insan olduğumu bilmeden iletişim kurmuyorlar. Bunu anlıyabiliyorum. Onlar zaten bu ülkenin, en azından bu dilin ve bu okulun insanları yani zaten vizeleri var! Ama benim vize almam gerekiyor onların benle iletişim kurmaları için. Bizim tam tersimiz, bizde kimseye pek vize sormazlar hemen konuşurlar. Bu hem Akdeniz hem de doğuyla ilgili bir tavır. Batı (Avrupa!)da bireyler yaşıyor ve bu öyle baskın ki başkasını merak etmek gibi bir alışkanlık yok sanki. Bizdeyse anlamsız bir merak vardır başkasına karşı, ama neden olduğu pek belli olmıyan, bir yere varmayan ‘laf olsun’ diye duyulan bir merak... –
(Şimdi okuyunca çok da emin olamadım bu fikirlerin doğruluğundan açıkçası ..)

Bu hafta ayrıca ilk kez Robert Rose’nin dersine de girdim: moving image/video/animation. Dersin epey bir bölümünü anlıyabildim ama zaten daha evvel lisede Costa’nın bize verdiği sinema bilgileri ve film dili ve yapım süreçleri dersinde de gördüğüm şeyleri anlatıyordu. Kadrajlar, kamera açıları, ses vs...Sonra da Busta Rhymes’ın Gimme mo şarkısının ‘98 yapımı klibiyle, Nick Cave’in Where the wild roses grow’un klibini (‘95) izleyip kare kare fotoraflarla analizini yaptık. Diliyle ilgili olarak kullandığı ışık, kadraj, objektif, efekt ve ifadeleri inceledik.
Bu hafta bu kadar...Artık her derste ne yapacağımı biliyor gibiyim...

Sunday 4 November 2007

2-4.10.2007

Münich. Pek de sevimli bir kent değil.
İlk olarak Pinakotek'e gitmeye karar verdim. Cebimde sadece 10 Avro vardı, müzenin genelini pazar günleri 1 Avroya gezebileceğimi görünce, sergi gezmenin daha mantklı olacağına karar verdim ve Max Beckmann(1884-1950)'ın Exile in Amsterdam isimli resim ve illüstrastrasyon sergisini gezdim. Çok güzeldi. Hitler Almanya'daki sanat karşıtı propangandalar yapmaya başlayıp her tarafı kapattırmaya başlayınca Hollanda'ya kaçıyor genç karısıyla birlikte. İşte Amsterdam'daki sürgünde, 1937 1947 arasındaki işlerinin olduğu bir sergiydi. Minik bir kitapçık yapmışlar resimleri anlatan. İyi güzel ama ben gene de gerçekten ek bilgi gerektiren şeyler olmadıkça körlere anlatır gibi resmin her köşesini tasvir eden notlar yazmasalar daha iyi olacak. Hani biraz izleyiciye bıraksalar ne göreceğini. Gerçi evet ilk kez bir sergiye giden biri için, bir resmi nasıl okuyacağını biraz öğrenmesine yardımcı oluyordur. Faust için yaptığı çini illüstrasyonlar çok güzeldi. Ben de yapmak istedim. Kendime bir hikaye seçip denesem diye düşündüm. Aslında Rilke'den seçtiklerim uygun olabilir...


http://www.br-online.de/kultur-szene/thema/max-beckmann/index.xml


http://www.dhm.de/lemo/objekte/pict/beckbio/index.jpg

http://www.stipimo.de/projekte/images/max_beckmann_000555g.jpg


http://upload.wikimedia.org/wikipedia/en/thumb/5/51/Max_Beckmann's_'Self-portrait_with_Horn',_1938-1940.jpg/280px-Max_Beckmann's_'Self-portrait_with_Horn',_1938-1940.jpg

http://artblog.net/images/2006/06/05/01_Beckmann.jpg

http://www.artcyclopedia.com/images/Beckmann-Acrobat-on-Trapeze.jpg


Akşam Güliz geldi. Dışarlarda içmek için hamlelerde bulunsak da, pek başarılı olamadık, döndük otele yattık uyuduk.


...

Ertesi gün Marien Platz'a yürüdük, kendimize şapka aldık, video çektik dalga geçtik. İki kilise gezdik. Sonra saat dörtte içmeye naşladık. 70'lerden kalma alman teyze ve amcaların gittiği minicik bir bara gittik çok komikti. Yamuk yumuk eski teyzeler, amcalarla dans ediyorlardı barda. Alman pop şarkıları ve 80'ler amerikan parçaları çalıyordu çok eğlendik. O kadar video ve fotoğraf çekince bize uzaylı gibi baktılar. Orda bir bira içip gene bildiğimiz yere (bir önceki geceden) Sausalito'ya gittik orda da içip içip fotoğraf çekip 8 gibi döndük hostele ve uyuduk.
Ve ertesi gün (bugün) 11:50 treniyle geri geldik EVİMİZE. Soğuk almanya soğuk augsburg...Trende bir alman oğlanı geldi bize dedi ki ben ve arkadaşım yalnızız sıkılıyoruz yanımıza gelmez miydiniz. Ben de dedim ki biz burda iyiyiz istiyorsanız siz gelin. Olur deyip geldiler. Rapçiymiş bunlar. Solo rapçi. Albümü de çıkmış. Bilgisayarını çıkarıp bize bir alman kanalının bununla yaptığı röportajı ve klibmden bir parça izletti. Meğer reklam yapmağa gelmiş. Münich'in varoşundanmış, çok türk arkadaşı varmış hepsi de çok bira içerlermiş. Bir türk kız arkadaşı da olmuş. Hatta türk-alman kızlarını öven de bir parçası varmış onu dinletti bize. Meğer gösterip de vermiyen türk kızını övüyormuş. Sonra bildiği türkçe küfürleri sıraladı. Çok zavallı görünüyorlardı. Bilmem neden...Çok yıpranıyorlarmış ve kafalarının içinde sünger taşıyorlarmış, bilmedikleri nedenlerden ağlıyorlarmış, kendilerine acı çektiriyorlarmış gibi geldi. Bilmem...

1.10.2007

Mozart requiemler.
Yorucu geceden sonra sabah ayılmadan uyanıp Münich’e, hatırlamadığım bir yolculuk yaparak geldim. Hosteli bulmam kolay oldu ama epey yürümem gerekti. Hava günlük güneşlik pırıl pırıldı. Yolda çok güzel bir ağaç gördüm, yapraklarının bir kısmı sarı bir kısmı da toprak rengiydi. Fotoğraf makinemi almadığıma pişman oldum. Kameraya çeksem diye düşündüm, durdum, vazgeçtim yürümeye devam ettim. A&O Hotel Hostel. Şehrin çirkin bir yerinde, sonradan genişlediği bir yer olsa gerek burası Münich’in. Başım çok ağrıyordu, vurdum kafamı uyudum akşam yediye kadar. Sonra kalktım odada üç oğlan. Biri yunanlıymış konuştuk azıcık. Habire ‘oh shit’ ‘fuck’ ‘cool’ filan diyen bi çocuk. Giyindim çıktım önce bahnofa, ordan da şehrin içine girdim. Soğuk bir kent gibi görünüyor. Bahnoftan çıkınca ilk gözüme takılan, yüksek bir binanın tepesinde ağır ağır dönen, bana sanki üç boyutlu bir animasyonun içindeymişim gibi hissettiren, aysberg gibi kocaman ve buz gibi görünen MAN tabelası oldu. Korkunç ama yönümü bulmama yardım etti. Adını şimdi hatırlamadığım iki tarafında dükkanlar olan bir caddeye girdim. Karnım çok açtı ve başım ağrıyordu ama canım Nordseelanddan balık istediği için hiçbir yere girmeyip aç aç dolaştım. Aklıma dün Teoma’nın anlattığı ‘mucize’ hikayesi geldi. ‘ben acıkınca yemek yerim susayınca su içerim ve yorulunca da uyurum. benim mucizem budur’. Gerçekten mucize. Haklı Teoma.
Sonra gire gire mc donaldsa girdim. Her mc donalds gibi çok iç karartıcıydı içersi ve insanlar. Ayrıca ya ketçap ya da mayonez alabiliyorsun, ikisi birden olmuyor.
Ordan çıkıp cadde boyunca yürüdüm bir saat kadar. Bir kilise gördüm içine girdim. Kilisenin mum kokusu ve insandan uzaklığı iyi geldi. Oturdum biraz kaslarımı bırakarak kafamdaki ağrıyla. Tertemiz kocaman bir kilise. Adını unuttum. Işıklandırılmış kocaman azizler heykeline bakarken tanrının sesine kulak verdim. Bana ‘git uyu ve gelecekte olacak felaketleri gör uykunda. o rüyanın içinde sakın ola uyanmayasın yoksa bir daha asla yeryüzüne dönemezsin’ dedi. Deli midir nedir neden böyle birşey söyledi bilmiyorum. Görsem bile yarına hatırlatabileceğimi sanmıyorum. Gene de merak ediyorum…Kiliseden çıkıp evin yolunu tuttum. Caddede üç tane yanyana vitirnde hareket eden tüylü oyuncaklardan bir orman mizanseni kurmuşlardı ve vitrinlerden birinin önünde durunca insan boyundaki kocaman izci ayı, insan gibi hareketlerle, arkada bir fon müziği ve orman sesiyle kısa bir masal anlatıryordu. Onu videoya çektim. O da ürkünçtü.
Trama bindim, tam inmem gereken durağa geldiğimizde telefonum çalınca durağı kaçırıp şehrin bir ucuna kadar gittim, bir yerde inip aksi yöndeki tramı bekledim. Üşüdüm. Bulunduğum yerin yakınında bir mikrobiyoloji ve genetik enstütüsü vardı. Buralar çirkin. Yarın sabah erken kalkıp kendime bir harita edinip gezeceğim. İyi geceler Gökçe. Senle yalnız kalmak da güzelmiş.