Tuesday 30 December 2008

38



38, Çayan Demirel'in, Ali Naki Gündoğdu ve Ali Haydar Güler ile birlikte 2003'te başlayıp 2006'da bitirdiği belgeseli. Müzikler Metin Kahraman'a ait. 1938'de Dersim'de yapılan katliamı anlatıyor. Dersim, Osmanlı zamanında senelerce özerk olarak yönetildikten sonra Tanzimatla beraber bu bölgeyle ilgili kararlar alınmaya başlanıyor. Dersim isyanları 19.yy'la birlikte başlıyor. (genel bilgi için bakınız vikipedi). 38'de, gazeteci ve bilim adamlarının fikirlerinin yanı sıra resmi belgelerden, anı kitaplarından alınan pasajlar ve en önemlisi Dersim halkından 1938'i birebir yaşamış insanlarla söyleşiler var. Belgeselin yönetmeni Çayan Demirel 1977 İstanbul doğumlu. Daha evvel, bilim felsefecisi Yılmaz Öner'le ilgili "Bir Bilim Adamı ile Zaman Enleminde Yolculuk" isimli belgesele yapım yönetmenliği yapmış (açıkçası yapım yönetmenliği de ne demek bilemiyorum).

Belgesel olarak çok başarılı bulmadım naçizane. Özellikle anlatıcının tavırsız tavrı rahatsız edici derecede bilinçsizdi, yaptığı türkçe ve telaffuz hataları da cabası. Belgesel 1936 ve '37'den bazı kısa bilgilerle başlıyor ama asıl başladığı nokta, devletin Dersim'le ilgili olarak aldığı kararlar. Gel gör ki bu kararların alınmasının öncesiyle ilgili bilgi yok. Neden böyle bir karar alındı ya da bu kararın alınma nedenleri neler olarak açıklandı? Elbette belli ama gene de bir adım geriden alsa belki daha açıklayıcı olurdu diye düşündüm.

Fakat çok önemli bir belgesel çünkü Dersim'de olanlara şahitlik etmiş bu yaşlı teyzeler ve amcalar da göçtüğü vakit bu dünyadan, elde hikayenin aslından geriye hiçbirşey kalmayacaktı. Yazılan, çizilen, bağrılan ve göze sokulan tarihin ne denli yamultulduğunu gösteren belgesellerden 38.
Dersim katliamının tüm korkunç anıları salt gerçekliği ve saf acısıyla anlatılıyor çıplak. Ne öfkeli, ne duygusal ne de kurgu var belgeselin hikayesinde.

38 gibi bir belgeseli hiçbir sinema ya da televizyon kanalında gösteremeyeceği kesin elbet. Hatta bu belgesel yüzünden gözaltına bile alınmış yönetmen. Film bazı üniversitelerde ve kültür merkezlerinde gösterilmiş Türkiye, İngiltere, Almanya, Avusturya ve İsviçre'de ama belgeselin çekildiği yerde, Tunceli'de gösterilmeye gelince iş, ortalık karışıyor. 7. Munzur Barış ve Kültür Günleri kapsamında 6 Şubat 2007 senesinde valinin izni ve onayı ile gösterim programına alınan 38, polis engeliyle karşılaşıyor. Polis, provokasyon riski yüzünden belgeselin özel incelemeye alınması gerektiğini söylüyor. Sonunda yönetmenin kendisi çekiyor belgeseli gösterimden. (haberin aslı ve detayları için bakınız radikal)

Belgeseli youtube'dan izlemek için buraya,
ktunnel için buraya,
rapidshare'den indirmek için de buraya tıklayın.

Dalga - Yorgo'dan fotoğraf



Yorgo adalar vapurundayken...
İsmini dalga koymuş elbette.
Ben çok beğendim bu resmi.
Sanki 1960'larda çekiminde bulunduğu bir filmin setinde çekmiş gibi!
Ya da Sait Faik'in bir şiiri gibi.
Hem gerçek gibi hem değil gibi.
Bu kare başından beri hiiç renkli olmamış gibi.

Yorgo'nun fotoğrafını izlemek için onun deviantart sitesine bakınız.

Washington VS Syntagma




1- Washington D.C, 21 Ekim 1967 (Marc Ribod)

2- Syntagma Meydanı 13 Aralık, 2008

Washington VS Syntagma
Fotoğrafların olağanüstü karşılaştırması için bakınız surrealismus blogspot.

Monday 22 December 2008

Repertuvar - Müzisyen grubu aranıyor!*

Ben kendime bir parça repertuvarı belirledim ve bu repertuvarımı hayata geçirmek için kendime bir grup arıyorum. Şimdilik repertuvar aşağıdaki gibidir:

Paintbox - Pink Floyd
White Rabbit - Jefferson Airplane
Ya Evde Yoksan - Orhan Gencebay
Mendilimin Yeşili - Anonim türkü (İstanbul yöresi)
Somebody to Love - Jefferson Airplane
Öyle bir geçer zaman ki- Erkin Koray
Aman ormancı - Anonim türkü (Muğla yöresi) (berbat iğrenç tiksinç bir hikayesi olsa da bu türkünün..) (ve bu türkünün yersiz, anlamsız, ne idüğü belirsiz, belki komik belki itici ama başarılı bir yorumu da var Haktan denen bir eleman tarafından)
Goodbye Blue Sky - Pink Floyd
Sevmiyorum Deme - Orhan Gencebay
Dazed and Confused - Led Zeppelin
Yağmur - Erkin Koray
Space Oddity - David Bowie
Şu karşıki dağda bir fener yanar - Hafize Gün Besimova (Varna türküsü)






Evet?
Var mı?










*(gökçe procrastinationa devam kampanyası kapsamında)

Musıki Kafatasçılığı*

Bir anda vahiy indi bana ve musıkide kafatasçılığa merak saldım birkaç dakika için. Türk pop musıkisinde yaptığım naçizane yüzeysel araştırma sonucunda aşağıda sıranmış olan bayan şarkıcıların sesleri ve çene kemiği yapıları arasında bire bire bir bağlantı kurdum.


1- Safiye Ayla, 2- Burcu Güneş, 3- Linet, 4- Sertab Erener, 5- Niran Ünsal, 6- Zeynep Casalini

Fotoğraflar, yeterli derecede yardımcı olmuyor bize fakat tüm bu gördüğümüz şarkıcıların çene kemiklerini incelediğimiz vakit, hepsinde ortak özellikler seziyoruz: her bir çenede yanlardan sıkıştırılmış balıksı, dişlerin öne doğru itilmiş atsı bir yapı mevcut. Tüm bu bayan seslerin ne kadar kuvvetli olduğunu göz önünde bulundurduğumuz vakit çene kemiği yapılarının seslerine katkısı olduğunu düşünmek işten bile değil. Teorime göre yanlardan daralmış, öne doğru büyümüş uzamış geniş ve uzun çene sesin akustiğini etkilemekte, sesin daha da gür çıkmasına sebebiyet vermektedir.

Bilgilerinize arz eder
Saygılar sunarım

Prof.Dr. Gölce Derdelen Bakan









*(gökçe procrastinationa devam kampanyası kapsamında)

Sunday 21 December 2008

Erkan Ocaklı - Ezanlar Bizim için Okunuyor Sevgilim

İkinci olarak da Erkan Ocaklı'dan Ezanlar Bizim İçin Okunuyor Sevgilim isimli korkunç türkü.
Çanlar kimin için çalıyor?
Ezanlar bizim için okunuyor.



Abdlah abinin dediğine göre ölen oğlu için yazmış bu türküyü amcam. Ayrıca çok ünlü bir türkücüymüş. Tüm bunları bilmediğim için de bana 'disko çocuğu' yakıştırmasını yaptı.

abdullah abi'den özlü söz

KURT PUSLU HAVAYI SEVER

Abdullah abi'ye tribüt

Abdlah abiyle son yolculuğumuzda uyumamak için benim de uyumayacağımı buyurdu. Dolayısıyla ben tüm geceyi muavin koltuğunda Abdlah abinin kadın hikayelerini, daha evvel dinlemiş olduğum daha gençlik zamanları hikayelerine de uğrayarak ve kafam ona dönük durmaktan boynum tutularak; sıra sıra dizdiği hikayelerden bazı sahneleri elimde olmadan gözümün önüne getirip birbiriyle bağlantısı olmayan bir sürü vıcık sahneyi arka arkaya izleyerek geçirdim. Kendimi alamadım bahsettiği kadınların, floresan lambalı kasvetli otel odalarının, sertlikten hışırdayan beyaz çarşaflı yataklarının üstünde sıkıcı sıkıcı inleyerek lömbür lömbür sallandıklarını; sabahın ilk ışıklarıyla sakinleşmiş olan, hafif horlama seslerinin duyulduğu nemli odadaki koltuğun üstünde duran Abdlah abinin kırmızı beyaz kıravatı, buruşmadan düzenli bir şekilde üst üste konmuş siyah takım elbise ve beyaz gömlek, bağcıkları açık, burunları birbirine bakar bir biçimde bırakılmış çatlaklı topuklu siyah ayakkabıları ve kenarında pörsümüş ince naylon siyah çoraplar, baş ucu komodininin üzerine gelişi güzel bırakılmış altın bilezik ve kolyesini gözümün önüne getirmekten...Bu bakımdan epey yorucu oldu gece. Abdlah abiye, birlikte olduğu en genç ve en yaşlı kadının yaşını sordum 40 yaşından itibaren. 40 yaşından itibaren birlikte olduğu en genç kadın 22, en yaşlısı da kendisinden 1 yaş büyükmüş.
İstanbul'a gittiğimde karısını ve oğullarını ve benim tıpatıp aynım olan yeğeni Dilek'i göreceğime söz verdirtti bir de, 'yamuk yapmassın di mi?!' diyerek sözümü garantiye aldı.
Tüm gece bir de müzik kültürü dersi aldım elbette. Çoğunu bildiğim arabesk parçalarının aralarında bilmediğim ve Abdllah abi için çok önemli olan iki parçayı buraya koyuyorum tribüt olaraktan.

Öncelikle İbrahim Tatlıses'ten 'Gelmezsen Gelme'

Friday 19 December 2008

Jim le Fevre - Lift*

http://www.lestelecreateurs.com/directors/jim-lefevre

Burdan 'Liftfest.org
What Can Theatre Be?'yi izliyoruz.


Eveeeet.





*(gökçe procrastinationa devam kampanyası kapsamında)

Nexus*

http://www.nexusproductions.com/main.html

Kısa film, reklam filmi, animasyon, stop-motion. Yes.


Ayrıca

http://www.clemenshabicht.com/video/quicktime/collaborated/speedstar.mov



*(gökçe procrastinationa devam kampanyası kapsamında)

Wednesday 17 December 2008

Procrastination...





Prokrastineyşın, yeni aldığın ekstörnıl harttisk kutusunun içinden çıkan yumurta kabı gibimsi şeyden maske yapmaktır!
Ya da kalın gazlı kalemin ucuna büyük iplik yumağı geçirip mikrofon yapmak suretiyle şarkı söylemektir! (bunu burda görselliyemedik) (artık..) (yuh)

Tuesday 16 December 2008

Ofis dö la Birne




Canı sıkılanın Birne yediği ofis.
Genelev rengi gizli ofis.
Elma zannedilerek yenen Birnen.
Birne bir ne?

Birne? Wünschst du den Birnen?
İyi ben yerim Birne
Tadı bir garip Birnen.
İçi dolu Birnen.
Kim konuştu?
Birne?
Hm..
Birnen sprechen nicht




DipnoT: Procrastination is to eat Birne.

Odam*





*gizli ofisim

Umbilical Brothers

Avustralyalı komedyenler. David ve Shanne. Michel Courtemanch'ın kiye bölünmüş halleri, özellikle ilk zamanları. Skeçlerinin temaları bile çok çok benziyor Courtemanche'a. Yenileri daha özgün. Zaten böyşe komedyen olduğun vakit Courtemanche çalışmamak mümkün olmasa gerek!



http://www.umbilicalbrothers.com

(Youtube'da, meta cafe'de epey videoları var. Web sitesinden ulaşılınılınılabiliniliyor zaten evet)
Çook iyiler:


The Umbilical Brothers - More bloopers are a click away






E bu arada ben burda hayatımın erkeği Michel Courtemanche'tan nasıl hiç bahsetmemişim??!?
Sarhoşluğundan herhalde.

Michel Courtemanche. Canada, Quebeq. İnsan denen canlının biyolojik, fiziksel ve psikolojik ne kadar algısı, yetisi varsa hepppsini zorlayan bir komedyen. Evet ve fazla zorlandığı için de bu işi bırakıyor zaten. 80'lerin başına kadar falan var sanırım ya da ortalarına kadar. Sonra kendine ait bir sahne kuruyor ve prodüktör oluyor, başka komedyenler onun prodüksiyonlarında yer alıyorlar ve kendi şovlarnı yapıyorlar. Hala da böyle. Ben Courtemanche'ı sahnede izleyeceğimi sandığım zamanlar ilk uçakla Quebeq'e gitmeyi düşünüyordum, çok fena yıkılmıştım bıraktığını duyduğumda. Anlaşılır birşey tabi bırakması. Tüm şovlarını izleyince (youtube) anladım. Vücut ve ses ve text koordinasyonu ve senkronizasyonu çok zor birşey ve bu adam mükemmeli başarıyor. Mükemmel için nasıl ve ne derece çalıştığını tahmin edebiliyor muyum tam olarak bilmem ama muhtemelen bu işten başka hiçbirşeyi ya da hiç kimseyi önemsememek zorundaydı. Bazı şovlarında konsantrasyonu dağılıyor ve gülüyor ama hemen toparlamaya çalışıyor ve bundan rahatsız oluyor. Çok gerginlik yaratan bir çalışma temposu olmalı. Üstelik sadece yazdığı şeyi çalışmak değil bu, tek tek seslerini, tek tek kaslarını çalıştırması. En son gösterilerinden birinde panik atak krizi geçiriyor ve seyirciye de söverek sahneyi terk ediyor ki bu ilk kez olan birşey de değil.
Fakat...müthiş bir adam.
Ve işte en muhteşem gösterilerinden biri olan 'Samurai' ile Michel Courtemanchhhhhe:




ktunnel URLsi de bu.

Procrastination



Johnny Kelly'nin diploma işi.

http://www.mickeyandjohnny.com/



Ben bu animasyonu
günde en az
bir kere
izliyorum.
çok ciddiyim.
bir tek bu konuda çok ciddiyim.
hakikaten.
gerçekten.
cideen.
vallahi.
vallah.
ciddiyim.
hakkatten.
saf gerçek.
arı.

Monday 15 December 2008

yaşasın torrent yaşasın youtube!

yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!yaşasın torrent yaşasın youtube!

Ветер вдоль берега - Wind Along the Coast



Rus animasyoncu Ivan Maximov'un Wind Along the Coast isimli animasyonu.
2004


Moskova doğumlu Maximov önce fotoğraf okuyor ve sonra da Moskova Fizik ve Teknoloji Üniversitesi'nde devam ediyor okul hayatına. 1982 ve 86 yılları arasında da ilginç bir şekilde Rus Uzay Araştırmaları Enstitüsü'nde çalışıyor!
Sonra yönetmen ve animasyoncu oluyor. Sonraaa karikatürist olarak da çalışıyor, yönetmenlik ve senaryo dersleri vermeye başlıyor bazı okullarda ayrıca Full Pipe isimli bir bilgisayar oyunu tasarlıyor.
Hah! Çok güzel hikaye!

Ветер вдоль берега'nın şiirsel bir ironisi ve hem çocuksu hem sürreel. İnce ince looplar ve her absürd şeyi birbirine bağlayan rüzgar. Müzik de (Chic Corea) rüzgarın hafifliğini çok iyi vermiş. Hafif ruh, kum, rüzgar, koku, uyku, hayalet...Bana biraz ruh altı'nı da hatırlattı.
İsterdim böyle bir animasyon yapmayı.

Sunday 14 December 2008

bünyemin

bugün 16 km koşmam gerekiyordu ama 5.km'de durdum kaldım. bacaklarım çekildi. başım ağrıyordu. güneşle etraftaki karlar erimeye başladığı için lastik ayakkabılarım da tüm ayağımı su içinde bırakmak zorunda kaldılar. eve yürüyerek dönünce de biraz dondum ama çaktırmadım.
ama bu arada ormanda kar olağanüstü. her yer (tercihe göre)tablo/çizgifilm karesi gibi. innncecik dalların üstünde sanki özel bir efsunla orda durabiliyorlarmış gibi görünen sekiz on santim kalınlığında kar tabakaları vardı ve bulutlar dağılıp da güneş çıkınca, en tepedeki dalların üzerindeki karlar yavaş yavaş gevşeyip aşağıya düşmeye başlayınca yere inene kadar çarptıkları dallardan giderek daha küçük kar tozlarında bölünerek kar yağıyormuş hissi veriyorlardı. tüm ormanda ağaçlardan kar yağıyordu çok güzeldi!
Kuhsee'ye gittim, gölün küçük bir kısmı buz tutmuştu. taş attım attım kırılmadı! sağlam buz yani!
sonra eve geldim.başım çatlıyor. yemek. ilaç. patlıyor!
düştüm sızdım uyudum. camıma kar topu attı çocuklar bir ara, savaş çıktı sandım. gene sızdım. şimdi de hapşırıyorum habire.

yani benim anlayacağım
bünye
kaput.

hayırlara vesile.

Friday 12 December 2008

yeni animasyonlarrr! Camera etc.

Belçika'dan bir animasyon firması Camera etc.
sites burda:

http://www.camera-etc.be

Thursday 11 December 2008

Frost'la ip projesi - 03



11- Benim seçtiğim, Frost'un de dengesi ve fotoğrafa çok hafif müdahelesinden dolayı doğru bulduğu denemem.




12- Benim, tipografik denge olarak tuttuğum ama Frost'un, genel konsept bakımından gene yanlış bulduğu denemem.





13,14- Ben bu ikisini tuttumdu. Frost ilkine fena değil dedi ve bana, "MORTAL MOTHER yazısını tek satır olarak dönük bir şekilde sağ kenara daya" dedi.




15- Hah! Şimdi bu denememi elbette doğru bulmadı onca şeyden sonra (bir de bunu en son gördü) Benim biraz açıklamam gerekti:
"Kullandığım metin konuşma dilinde ve bir yılandan bahsediyor üstelik de çok arsız ve pis bir dili var. Bunu dramatize etmek ve sesli hale getirmek istedim"
Frost da cevaben:
"Hmm anladım olabilir ama bu daha çok rastgele gibi duruyor. Böyle birşey yapabilirsin ama adım adım git. Sadece harfleri alıp oynama. Ses mi diyorsun? Harfleri mi büyüteceksin? önce biraz büyüt bak, sonra öbür tarafa geç, sonra diğeri...anladın mı? Ne demek istediğin açık olsun...Yoksa yağabilirisn böyle birşey..." dedi.


Na ja,
das ist Alles für jetzt!
bis dann!

Frost'la ip projesi - 02



6- Bu fotoğraf için seçtiğim buydu ve Frost da bunu, metnin kendi düzlemi, fotoğrafın kendi düzlemi olduğu için doğru buldu.





7,8- Frost'un "işte mesela bunlar daha entelektüel yorumlamalar..." yorumunu yaptığı denemeler.





9,10- Bu ikisi gene benim seçtiğim ama Frost'un çok yüz vermediği denemelerim. Özellikle ilkindeki tek hareketli dinamiklik bana yerinde ve tadında geliyor.

Frost'la ip projesi - 01

Haftalardır aylardır şurda yapacağım son proje olan material ve design projesine bir türlü tam olarak girişemiyordum. İlk haftalarda aklımda birşeyler oluşmuştu: iple dergimin sayfalarını direkt ilişkiye sokmayı denemiş ve hemen fotoğraflarını çekmiştim. O fotoğraflar onay aldı ama sonrası gelemedi...

Proje, baskı alanında kullanılan herhalgi bir material seçip onu tasarımda nasıl kullanabileceğimizi keşfetmemiz ve denememiz üzerine. Deri, kumaş, kağıt, plastik herşey olabilir. Ben iplik seçtim. Proje iki aşamalı: ilk aşamada seçtiğimiz materyel üzerine bir araştırma yapmamız ve bulabildiğimiz her tür bilgiyi kaydetmemiz gerekiyor, ikinci aşamada ise malzemeyi tanıyıp onunla deneysel çalışmalar yapmamız. Sonuç olarak da bu iki çalışmayı birleştirip bir tasarım yapmamız.
Ben gruptakilerde ayrı olarak bu projeyi (siktiğimin) Mimar Sinan'ında saydırabilmek için 'dergi projesi' olarak yapıyorum. Asıl işi zorlaştıran da bu oldu aslında çünkü proje dergi projesi olarak düşünülmemiş, çok daha özgür bırakılmış bir proje.

Herneyse..

Fotoğrafları beğenmişti ve fakat bunun bir dergiye dönüşebilmesi için okuyucuya ilginç gelecek öğelere ihtiyacı olduğunu söylemiş ve fotoğraflara uygun metinler bulmamı önermişti. Bu epey zor oldu. Ancak üç hafta sonra, bu hafta açılabildim. Fotoüraf baöina on onbär deneme yapıp götürdüm ve besleyici bir tashih aldım Frost'tan. Yavaş yavaş Frost'un nasıl bir hoca olduğunu ve neleri doğru bulup neleri bulmayacağını anlamaya başladım.
Burda benim tuttuğum ve Frost'un tutmadığı, ayrıca Frost'un doğru bulduğu denemelerime yer vereceğim
(yok yaaaa havalara bak yer vericekmiş! sahne de al e mi! hahahahaha..gerzek. ha bu arada hamile falan değilsin. almanyada ev testleri türkiyeden daha güvenli. doktorlar bile sana ev testi öneriyor. o testte negatif çıktıysa hiç sanmıyorum ki aksi olsun. sanırım gideceğin jinekolog seni pisikiyatıra yönlendiricek sevgili gökçe :) o ani mide spazmları ve o 'sanki biri gelip bi anda kafamı yakaladığı gibi sağa sola sağa sola sallıyor!' diye bahsettiğin belirtiler daha çok...sinirsel şeylere benziyor. belki de o üç hafta önceki travmatik gecelerin yan etkileri şimdi çıkıyor ki bu mantıklı, üç hafta doğru bir zaman bunların çıkması için...tam da vücudun biraz gevşediği bir anda çıkmaları.

- ama yalnız bişi dicem, ben hayatta..evet tamam hiç düzenli regl olmadım ama onbeş gün gecikmesi -ki görünüşe göre bu onbeşte kalmayacak- hiç başıma gelmemişti daha evvel...fena..çok rahatsız kafam da vücudum da

eh... biliyorum :)...)







1,2- Bu fotoğraftaki tipografik denemeler arasında benim beğendiğim iki tanesiydi. Frost ilkinin, kullandığım metnin anlamını taklit etmiş olduğumu söyledi: "...çünkü yazı soyut birşeydir. burd 'hold' kelimesi sadece bir biçimdir, onun tutmak anlamına geldiğini biz hayal ederiz biz biliriz. okuyucunun okuduğunda hayal etmesine izin vermelisin". Hazır hayal edilip resimenmiş şey sunma diyor yani. Bu yüzden ilki yanlış ama ikincisi doğru diyor.





3,4 ve 5inci denemeler gene bu fotoğraf üzerinde yaptığım denemelerden beğendiğim üç tanesi. Ben özellikle yazının fotoğrafın lekesini tekrar ederek doku oluşturduğu dördüncü denemeyi sevdimdi. Frost burda öncelikle genel bir yorum yaparak, metinlerin fotoğrafı desteklemeleri gerektiğini, fotoğrafa müdahale etmemeleri ya da önlerine geçmemeleri gerektiğini, böyle karar almış olduğumuzu hatırlattı. Sonra da bu fotoğrafa bulduğum metnin fazla yumuşak olduğunu söyledi: "daha sansasyonel olmalısın. okuyucuyu şaşırtmalısın! bunlarda 'iyi bir aile eğitimi aldığını' görüyorum ancak ama daha sert oynamalısın. çelişkiler yaratmalısın fotoğraf ve metin arasında...örneğin bu fotoğrafa bakınca..mesela jaonların kadınlarına nasıl davrandıklarını düşün! mesela bununla ilgili bir metin kullan!"

Tuesday 9 December 2008

ha

bi an
bu ses
sütünü emen müsliden mi geliyo dedim
yok
değilmiş
betweensemtexandutopia sitesinden geliyormuş





ben
rüyamda
tipografik tasarım görmek istiyorum.
kime yazacağım bu dileğimi?
kutuya koysam gider mi bir haftada?
elden mi vemek lazım?
kimin elinden verdiğim önemli mi?
elden ele giden mektup terlemez mi büzüşmez mi?
büzüşen dilek ciddiye alınır mı?
her büzüşen dilek göze aynı gelmez mi?
o eller pudralansa daha iyi olmaz mı?

kabus numeralı sokak

gene ölüler alemi. teşvikiye'deyim. aile toplantısı var. ben dışardayken birileri ağlıyarak koşturmaya başlıyor. kafamı kaldırıyorum ve itü ototparkının yanındaki bahçenin içindeki uzun çınar ağcının dallarının arasında, ninemin omzuna yakın bir yerden kesilmiş kolunu görüyorum. ellerinin üzerindeki lekelerden tanıyıp parmağımla gösteriyorum. meğer büyük dayım, yanı ninemin oğlu çıldırıp ninemin kolunu kesip pencereden fırlatmış ve kaçmış. nerede olduğu belli değil. aileden birkaç kişi kanrevam içinde acı çeken ninemin yanında bekliyorlar bir yandan dayının tekrar gelip gene birilerine zarar verebileceğinden korkuyorlar. üst kat pencereden onların sızlanmaları ağlamaları duyuluyor. havada çıt yok, gökyüzü dijital gri. itü otoparkının girişinde bir çadır var. orası polis. çadır polisi! ben oraya gitmeyi akıl ediyorum ve durumu, takım elbiseli, çok uzun boylu çok esmer bir komisere anlatıyorum. sonra komiser annemi yanına alıp olayı anlattırıyor ama pek birşey yaptığı yok, anneme yazıldığını hissediyorum sadece. bu da işe yaramadı. her an her yerden dayı çıkabilir korkusuyla bir oraya bir buaraya gidiyoruz sokakta zombiler gibi. o sırada teomanı görüyorum duvar üstünde oturuyor birileriyle galiba. teomanın burnu yamuk, ne olduğunu sorduğumda ise. gözüne ve kulağına darbe aldığı ekstrem bir gey seks hikayesi anlatıyor bana. onu dinledikten sonra gene polislere souyorum deyıyı, etrafı dolanıyorum bulmak için ama bulmaktan da korkuyorum aslında. eve girip ninemin yanına gitmeye karar veriyorum ve aslında ninemin kesilmiş kolunu görmeye de korkuyorum. yani sürekli korkuyorum, aynı korku filmi izler gibi.
eve çıkan uzuun bir tahta merdiven var. apartıman merdiveni değil, hani itfaiye merdiveni gibi. türkçede ikisini birbirnden ayıran bir sözcük var mı yahu? krem rengi uzuuun bir merdiven. merdivenin en üst basamağıyla bir altı arasından geçerek kata çıkabiliyorsun ve çıktığın yerde de çeşitli renklerde elde yapılmış toprak kap kacaklar var. fakat çok yüksekte olduğum için sıra bana geldiğinde bu sefer de yükseklik korkumu hissediyorum ayaklarımın altında ve ben merdivenden kata geçerken merdiven uzaklaşıyor dayandığı yerden, birkaç kere denemek zorunda kalıyorum kata çıkmayı. sonunda çıkıyorum. her yer bej boyanmış ahşap bir çatı katı burası, yerde yastıkları var düz renkli. içeriye doğru yürüyorum, ninemin kolunu görmekten korkuyorum. uyandırıldım.

Monday 8 December 2008

küçük harfli hikayeler

günlerdir regl olmuyorum ama ağzımda bir kan tadı...

yaşasın macadamia! bu sesbze kökü tadlı yemişten türkiyede yoksa dönmüyorum geri!

abdullah abi'yle döndüm gene augsburga. gene başından binbir türlü şey geçmiş, bir sürü kadın geçmiş ve geçiyor: bulgar yugoslav şişlili ermeni yugoslav rus alevi...karısı gene kıskançlık yapıp (hem de onca kıskanılacak şey varken bu sefer yalan bir haber üzerine) ayrılmış abdullah abiden. on gün sonra iftira olduğunu anlayıp geri çağırmış. abdullah abi de tam ayrıldıklarına sevinmişmiş ama onun için yaptıklarını (yaptığı para yardımlarını) düşününce 'hayır gelmiyorum' demeye vicdanı el vermemiş karısına. şimdi ütüsünü bile yapıyormuş karısı. onun dışında türkiyedeki karısına ve çocuklarına parayı gizli gizli gönderiyormuş. büyük oğulun, bahis belasından hala sekiz milyarlık borcu varmış.
bir de bulgar var şimdi...eski bulgar gene çıkmış karşısına. bir büyük rakı, abdullah abi fişek!
ama o aslında şişlili ermeniyi beğenmiş ama olmamış. sinirini bozmuş çünkü abdullah abinin: "yau ben sana uyamam ki! sen benim hayatıma uyacaksın! ben geceleri çalışıyorum gündüzleri uyumam lazım! uyandırma diyorum! tam uyudum dalıcam gelmiş uyandırıyo, ne o 'ben eve gidicem' e git bana ne! uyandırma demedim mi kaç defa!..hoş da kadındı ama..olmadı işte eeeh" Sonra bir ara bir yerlerde otuz beş yaşında 'marocco'lu ve de hacı bir kadınla tanışmış (rüya gibi dinliyorum anlattıklarını, yarısını duymuyorum ama sürekli hikayeler bunlar, bir yereden yakalıyorum), bu kadın bilmemnerde çalışırken iş yerinde yapılan bir çekilişte üç binkişi arasından tek şanslı olarak hacca gönderilip hacı olmuş. abdullah abiyle bi yakınlaşma olmuş ama üç gün sonra hemen dönmüş kadın 'marocco'ya. abdullah abi karısından ayrı kaldığı o on gün içinde telefon rehberinde ne kadar kadın varsa hepsine mesajlar çekmiş. bu 'maroccolu' kadına da mesaj çekmiş "çünkü tam bana göreydi yani, temiz, dini tamam..." ama kadın garip bir şekilde hep geç cevap vermiş mesajlarına; eh abdullah abi de "hacı macı ama yalnız değil ben anladım" diyerek resti çekmiş, kadın (her zaman her kadının abdullah abiye yaptığı gibi) yalvarmış yakarmış ama...nafile.
iki önemli haberden biri, abdullah abi'nin telefonuna benim ismimi, karısı kıskanmasın diye 'augsburglu gaffur' olarak kaydetmiş olması: "bütün leylalar levent, cemileler cemil oldu!". üstelik karısı abdullah abinin cep telefonuyla (yeğeni dileke, ona ne kadar benzediğimi göstermek için) çekmiş olduğu fotoğrafımı da görüp çıngar çıkartmış ayrılmadan evvel. nerelere giriyor burnum hale bak...ah ah...ikinci önemli haber de abdullah abinin uyumadan evvel 'pembe panter' izliyor olması..

yunanistanda iktidara isyanlar öfkeyle devam edereken aynı anda pariste papazlar toplanmış sokakları kat ede ede, ellerinde mumlar, oralarında buralarında hoparlörlerle ilahiler söyleyerek 'isanın anasının rahmine düşüşü'nü kutluyorlardı.

tırnaklarımı yedim ve bu sefer bittiler.

çok çok az vakit kaldı. herşey çok çabuk bitecek bence buna hazır değilim.

bu çocuğu ne doğurmalı ne de aldırmalıyım. bırak dursun.

o da olmaz...çocuk bu durur mu?

topla eşyalarını. git. sonra düşünüp ağlarsın, en çok korktuğun ve korkusuyla birlikte hoşuna giden şey. insanın hayatındaki 'en-ilk' adrenalinler 'en-ilkel'leri olarak kaydoluyorlar bünyeye sanırım. sonra bünye onlarla birlikte büyüyünce bu adrenaline ihtiyacı varmış gibi bir laf ediyor derinlerdennnn.
boğuk bir ses. duyamadan ısınıyor miden artık tutsan da akıyor göz yaşı denen tatlı (yani tuzlu) zehirrrrrr veeee...en çok sevdiğim şeydir, kurnazca arada bir yavaşlayıp arada bir hızlanarak akmak suretiyle aşağıya varabileceğini zanneden ama dikkatli ve atik dilimden kurtulamayıp yakalanan göz yaşı damlalarını yutmak! tuzzzzlu tuzlu!

trende ağlarsın. biletini al da.

ha sonra otobüsteyken bir ara rüyamda cerenle canı gördüm:
rüyamda otobüs istanbula varıyordu: hava yağmurlu fırtınalı, sallana sallana gidiyoruz. can, arnavutköyde ev almış; o, denizle derenin arasına sıkışan hattın üstündeki evlerden. ama ev beton iki katlı bir ev ve bitkilerin arasında gizli duruyor. ceren, can'ın evine haftanın belli günleri geliyor, bu şekilde paylaşıyorlar evi. sonra bana da teklif ediyorlar, ben eve bakıp gülümseyip memnuniyetle kabul ediyorum. etraf bir fırtına bir yağmur...otobüsün koca burunlu macar şoförü otobüsten iniyor ve bizi de alıp annemin körmit yeşili opel korsasına bindiriyor. macar şoför beni çok seviyor beni evime kadar götürmek istiyor. arabaya tıkışıyoruz. araba çok küçük olduğundan, otobüs kullanan birisine garip geleceğini düşünüyorum, nitekim adam çok hızlı ve çok hareketli kullanıyor. sürekli slalomlar yapıyor uçuyoruz fırtınada. adam gittikçe gidiyor. can, gittiğimiz yollarla ilgili olarak şoföre birşeyler söylüyor ama adam canı dinlemiyor sadece kendi kendine konuşarak gaza basmaya devam ediyor. bir süre sonra can ve ceren yok oluyorlar arabadan ben tek başıma kalıyorum. önümüzde tahtalardan yapılma sırat köprüsü gibi bir yol var suyun üstünden giden. iki kara parçasını birbirine bağlayan uzun tahta bir yol. hani sanki kopup da suya düşmüş, suyun üstünde yüzen bir tahta köprü gibi. ben daha korkmaya fırsat bulamadan hızla bu yola atlıyoruz. yolun çok kısmı zaten suyun altına batıp batıp çıkıyor! biz de suyun içine bata çıka ama nasıl oluyorsa hiç dibe batmadan, ölmeden ve bu arada benin ödüm koparaktan karşıya varıyoruz. burası hiç bilmediğim bir gecekondu mahallesi. sürekli uzaklaştığımızı görüp korkmaya başlıyorum ama şoför kendi mırıldanmaları dışında hiçbir lafı dinlemiyor. sonra uyandım...epey hızlı gidiyorduk ve yağmur vardı..

Wednesday 3 December 2008

Polonya afişleri!

Polonya afişleri. Tiyatro afişleri, film afişleri, tasarımcıları oh oh pek güzel unutma bu sayfaları Gökçe!

Polonya afişleri

Polonya tiyatro afişleri

Ben de! Ben de! Ben de!

Pink Floyd, Led Zeppelin, The Clash, Joy Division, The Who, Jefferson Airplane, The Great Society, King Crimson!
Ben de! Ben de! Ben de!









































(Bu arada aslen bir The Great Society parçası olan White rabbit'in en ilk versiyonu:

bu

çok . çok . çok güzel.)

Tuesday 2 December 2008

Ahmet Ertegün Tribute

Az evvel Led Zeppelin'in 27 sene sonra tekrar neden bir araya gelip konser verdiklerini araştırırken Ahmet Ertegün (Amerikan telaffuzuyla 'Ördigın') ile karşılaştık. Hiç haberim yoktu bu adamın Atlantic Records'un kurucusu ve pek çok müzisyenin kaşifi olduğundan!



Babası büyükelçi olduğu için Ahmet Ertegün 12 yaşındayken Washington'a taşınıyorlar. İlk olarak o 9 yaşındayken abisi onu Duke Ellington ve Cab Calloway orkestralarının konserlerine götürmeye başlıyor. Sonra Ahmet Ertegün plaklar almaya, müzikle yakından ilgilenmeye başlıyor. Annesinin ona aldığı kayıt yapabilen bir plak çalarla, enstümantal müziklere sözler yazıyor ve söyleyip kaydediyor. Daha sadece 18 yaşındayken 50.000 plağı olduğunu söylüyor bir röportajında. Ella Fizgerald daha ünlenmemişken, 17-18 yaşlarındayken onu sahnede izliyor ve imzasını istediğinde Ella, onun kendisinden imza isteyen ilk kişi olduğunu söylüyor.

1947'de absi Nesuhi Ertegün'l birlikte Atlantic Records'u kuruyor ve 1948'de ilk kayıtlarını yapıyorlar. Dünyanın her yerinde çok güzel ve ilginç müzikler olduğunu ama sebebini açıklayamasa da tüm dünyayı dolaşan tek müziğin siyahi müziği olduğunu söylüyor.(elbet 1940'lardan 50'lerdeki siyahi müzikten bahsediyor)

a.nugetre takma ismiyle besteler yapıyor, sözler yazıyor ve bunlar pek çok şarkıcının 'hit' parçası oluyor.

Müzik dışında ilgilendiği bir konu da futbolu Amerika'ya sevdirmek New York Cosmos futbol takımını kuruyor.

Myspace Ahmet Ertegün Tribute sayfasında röportajları izlenebilir ve hayatı okunabilir.

Kısacası 1947'den itibaren bildiğimiz tüm popüler müzik grupları ve müzisyenleri bu adamın elinden çıkmış...vay be..

Saturday 29 November 2008

Alice in Wonderland XXX

1976 yılında Bud Townsend denen Amerikalı adam ve ünlü porno filmi prodüktörü Bill Osco, Alice Harikalar Diyarında'nın porno versiyonu çekmiş. Yapıldığı sene itibariyle özgür seksi savunan ve bunu tutucu bir bakış açısına sahip ergenlikten yeni çıkmış bir kızın büyümesi, bedenini ve cinselliği tanıması üzerinden anlatan komik bir müzikal porno. Aslında porno demek doğru mu bilemiyorum çünkü tam da bu seks oyunlarını, 'aşk'ın bir parçası olarak sevgi dolu ve barışçıl biçimde gösteriyor. 1976 zamanları tabii aşk, seks, çiçekler, güneş..ooh herkes sevişiyor ne güzel..Oyunculuk yok bile ama herkes pek hoş.
Garip bir şekilde bu tutucu dünya ile özgür, açık dünyanın birlikte var olabileceğini savunuyor(muş gibi geldi bana film). Çok basit: Seks ve seks oyunları seni kirletmez küçük kız sen artık büyüdün, zevk aldığın şey iyidir, kendine güvenmeyi öğren.
Filmin torrenti işte burda:

Alice in Wonderland






(bu arada torrent iyi bir buluş ben çok ısındım. indirilecek şeyi (müzik, film her neyse) google'da 'torrent' diye aramadan evvel bir ön program indirmek lazım:
Mac için transmission ,
Mac olmıyanlar için de utorrent adlı programı indirmek lazım.)

Friday 28 November 2008

Incroyables Cétacés! (MNHN)*

Incroyables Cétacés, Paris Doğal Tarih Müzesi'nin şu anki geçici sergisi. Deniz memelileri (balinalar ve yunuslar) üzerine kocaman bir sergi. Unutmamak ve yazmak istedim çünkü gerçekten çok iyi hazırlanmış bir sergi. Gerek içerik olarak gerek tasarım olarak herşey düşünülmüş. Bu kocaman deniz memelilerinin atalarının nerelerden geldiği ve nasıl olabileceklerinin epey başarılı 3D simulasyonlarından, fosil ve iskeletlerine, nasıl iletişim kurdukları, nasıl üreyip neyle beslenip ne kadar yaşadıkları; tarihte nasıl mitlere sahip oldukları, ne zaman ne kadar ve nasıl avlanıldıkları ve bununla ilgili tehlikeler, yapılan vahşetler, nesli tükenen türlerle ilgili bilgilere, av yapan milletlerin bu işlerden sorumlu yetkilikeriyle yapılan röportajlarına ve verilen şıklardan seçerek kendi fikrini de belirtebildiğin bir bölüme kadar giden epey geniş kapsamlı bir sergi. Fransa, anladığım kadarıyla müzecilikte olduğu gibi ve sergi tasarımı bakımından da epey sağlam.

Incroyables Cétacés, büyük bir sergi ama sunumu öyle iyi yapılmış ki, imkanlar öyle iyi kullanılmış tüm detaylar ince ince düşünülmüş ki hiçbir köşesi ne sıkıyor, ne tekrar ediyor, ne de yoruyor. Çoğunlukla interaktif bir sergi, çocuklar için düşünülmüş epey eğlenceli oyunlar var: örneğin kulaklıktan gelen seslerin, karşıdaki dokunmatik ekranda görünen balina ya da yunus türlerinden hangisine ait olduğunu bulmaya çalışmak; insana göre hangi deniz canlısının ne kadar derine gidebildiği ve ne kadar süre nefesini kullanabildiğiyle ilgili sayısal bilgilerin olduğu köşedeki koca kronometreye basarak kendi nefes dayanıklılığını da ölçebilmen ya da koca balina maketlerinin ağızlarının içine elini sokabilmen gibi birçok eğelenceli şey. O alıştığımız, gösterip de vermemeyen sergi anlayışındaki 'lütfen el sürmeyiniz' gibi ibarelerin olmadığı, herşeyi elleyerek merakını giderebildiğin sergilerden..Benim gibi herşeyi elleme ve burnunu sokup koklama ihtiyacı duyan bir çocuk için ideal! Sunulan bilgiler, veriler geniş bir araştırma ürünü ve çeşitli yerlerden toparlanmışlar; kullanılan görsel ve taktil elemanlar da epey emekle yapılmış. Ayrıca belirtme gereği duyuyorum ki Fransa'daki müze ve sergilerde alıştığım şeyin dışında bir özellik olarak, verilen her tür bilginin bir de ingilizcesi bulunuyor bu sergide ilk kez! Tebrik ediyorum nihayet! Gerçi onlar bunu yapana kadar, ben zaten sergileri anlayacak kadar fransızca öğrendim ama gene de saolsunlar (hatırlıyorum Yakup'la konuşmuştuk bu meseleyi, ben ona 'yauu koskoca Pompidou müzesindeki kocaman Dada sergisinin hayvan kadar kitabı sadece fransızca mı basılır yuh beea!' dediğimde o da bana 'hiheh! ben onun için tedbir aldım, onları anliicak kadar fransızca biliyorum!iheh!' demişti. ben de onu diyorum şimdi işte 'iheh!')

Aşağıdaki linkten, sergiyi interinet üzerinden gezbiliorsunuz ve sergide oynanan tüm oyunları aynen oynayabiliyorsunuzzz, buyrun:


Incroyables Cétacés!





...Sergiden, nehir yunusu diye birşeyin de olduğunu öğrendim! Fotoğrafların ilki Amazon'daki pembe yunuslar, ikincisi de Ganj Nehri'nden bir yunus arkadaşımız.





..Ve ayrıca serginin, eğitilmiş balina ve yunuslarla ilgili olan kısmında, bazı saçmalıklardan bahsediyordu. Bunlardan en çok güldüğüm ise 'barışçıl ve gülümseyen yunus'la ilgili olanı oldu:
"yunusların 'gülümsüyor' olmasının aslen anatomik bir özellik olduğu su götürmez bir gerçektir; öte yandan bazı dalgıçların, boğulmaktan yunuslar tarafından kurtarıldıkları dolayısıyla yunusların barışçıl ve yardımsever olduğu sanrısı ise tamamen onların, boğulma tehlikesi sırasında içinde bulundukları derinlik sarhoşluğu dolayısıyla algılarının sağlam çalışamamasıyla ilgili olarak ortaya çıkan saçmalıklardır"

(ahahaha bak hala gülüyorum zaten!ahehahehhehaheh)(Free Willy! haaaaaahahahahahaha)




*MNHN: Muséum national d'Histoire Naturelle

Thursday 27 November 2008

haydi koşuyağ

haydin goşuyağ!Proğosyenel koşu takımları aldım. Harika görünüyorum bu dehşetengiz taytlarla. Kendime bakmadan izlemeye doyamıyorum, koşup duruyorum. Bu arada Şubat'ta İstanbul'a dönüyorum. Temel-li.

Wednesday 26 November 2008

rüya rüya rüya!

rüya rüya rüya! evet olan şey bu! erken kalkmak istesem de erken kalkıp tekrar uyuyup tekrar bir demet rüya görmek! manyak rüyalar! yazamam bile! sonra tekrar tekrar tekrar tekrar! alternatif bir yaşam oluşturduğum için kendimi şanslı saymalıyım. bu benim kendi kokumla yaptığım ve sadece kendime ait bir uyuşturucu gibi. aslında hatırladığım rüyalara bakalırsa hiç uyuşturucu da değiller. çok saçma sapan şeylerin üstesinden rüyalarla geliyorum. kendim için kendime klan kuracağım ve kendim ve replkalarından başka üyesi olmayacak. Kendim ve (şimdilik)8 replikası. bi görebilsem 8ini de, gerçekten görebilsem! görmek için ayna gerek. hareketli aynaya film denir.

Tuesday 25 November 2008

nan

Tam da koyu mavi buruşuk bir kumaşa, sarı iplikle cenin dikiyordum ki...ah ama ben ne yapıyorum burda? şu anda çıkıp koşasım koşasım koşasım var. Karanlıkta görmemek rahatsız etmeseydi, görmeye çalışmak zorunda kalmasaydım çıkardım donsam da. Hakkaten şu anda bana iyi gelebilecek tek şey koşmak. Ay kendimi de yırtmam gerek şu plazmik durgunluğun içinden çıkabilmek için sanki.

-- yahu sana ne sen bırak seni sen işine baksana. Dik ne sikim dikeceksen hadi..

- harikasın gökçe be, ne motivasyon sahiden? ağzındaki, yarısından fazlası kül olarak kalmış sigaran ve pis sakallarınla

-- beyaz faneila

- evet..

-- ..hyır demek istediğim (babam gibi konuşacak olacağım ama) hemen şu gece değiştirebileceğin bir kaderin olmadığına göre, ertele kafandaki darlığı ve işine bak işte!

- ya sikicem gökçe! ne işi?? sorun da bu! ne işi?? hangi iş? iş nedir? benim işim nedir? benim 'olay'ım nedir? neyim ben ne istiyorum ki ben? ne istiyorum n'apıyorum? istediğim şeyi mi yapıyorum? bilinçli miyim bilinçsiz miyim?

-- tıh.

- ne tıh? bilinlinçsiz bile mi değilim?

-- sen arada kaldın gökçe. ama bu böyle gidecek. masal arıyacaksın kendine..hep yaptığın şey. başka insanları ya da suretlarini de alet edeceksin..uyuşturucu model, son kullanma tarihine kadar. olur da erken biterse, zorlanacaksın ama derhal başka bir yere yönelteceksin renkli sıvılarını. yeni bişey mi söylüyorum? hayır!

- hayır! ama ee yani? olmam gereken birşey mi var? benden beklentisi olan birileri var mı? (yani benim umrumda mı böyle bir şey olması?) benim kendimden beklediğim birşey var mı peki?

-- gökçe bu yazı git gide daha da sıkıcı olmaya başlıyor, ben olsam okumam da yazmam da, canım şu an kurabiye ve sütlü kahve istedi pow wow'a gidelim mi?

- dur be! adi! vıcık şey seni! iğrençsin be! bugün gittiğim evde kan revan olana kadar dövülme fantazim senin üzerineymiş herhalde! evet dayak yemek istedim bugün ben. bu ne demek biliyor musun?

-- hm evet biliyorum. tam da sendin dayak yemek isteyen. çekeceğin acıyı hayal bile etmeden. o bile sürpriz olsun istedin. uyuşup tekmeleri duymak istedin falan hatırlıyorum. bunun anlamını ikimiz de biliyoruz..

- evet..

-- hahahah!

- ne?

-- aklıma birşey geldi!

- ne?

-- sen diyorum. herşeyi bırakıp pornocu olsana

-

-- öhhö..

-

Friday 21 November 2008

KAR KAR KAR KAR KAR KAR

Senenin ilk karı düştüüüü!
bu akşam!
saat akşam 8'de!
20:00!

Ooouuh! Ich Aaaarmee! :(

Birkaç gündür içimde hoş kokulu bir rüzgaarrr dolanıyor...Keşke bir arkadaşım olsa da şu (siktiğimin) Augsburg(un)'da, akşam arıyıp 'hadi gel bizim mahalledeki (misal) şu küçük italyan/ispanyol/alman Barına gidip birşeyler içelim ha ne dersin?" diyebileyim, o da öyle sıradışı bir alman olsun ki bana "aa tamam oluur" deyip gelsin...Falan :(
Yok arkadaşım burda hem de hiç. Hakkaten diyorum.
Bir tane var Simon fakat o da her Alman gibi herrr zaman çoook işi olan meşgul biri. Onun dışında bana uğradığı zamanlar da mutlaka içini boşaltmak, dertlerini anlatmak istediği zamanlar oluyor. Dünyanın neresinde olursam olayım bu 'dert dinleyen hafif-psikolog (hafif-meşrep)' durumundan çıkamıyorum belli ki...hohh...Ben de dinliyorum tabii ne yapayım...Sıkıcı sıkıcı konular...Duruma göre çok sıkıldıysam sadece kafa sallayıp duymak istediği şeyleri söylüyorum; daha da sıkıldıysam o zaman duymak istemediği şeylerle iki tokatlıyorum, zaten ne yapsam iyi geliyor ve gidiyor çocukcağız. Aaa ama karşılığında bana yeni müzikler dinletiyor hakkını yemiyeyim...

İşte bu Almanlar diyordum hep çok meşguller. İtalyan bir kız 'amaan çok işim var çok işim var deyip duruyorlar, halbuki onların iki haftada yaptığı şeyi biz İtalya'da iki günde bitirip teslim ediyoruz peeeh' demişti, ki bu yorumu bir Türk'ün ağzından duymanın da yadırganacak bir tarafı olmazdı hani. Biraz doğru biraz da 'Türk' bi laf bu elbet ama bu konuyu açmayacağım zira çok sıkıcı noktalara gidip tıkanabilirmişim gibi hissediyorum o yüzden ben yalnızlığıma ve hayallerime geri döneyim.
Evet...
Evime çok yakında üç tane gitmek istediğim minik barcağız var. Biri epey eski bir bar, tabii ki gene italyan yemekleri olan genellikle 30 - 40 yaş arası Alman'la dolan bir bar. İkincisi Tapa diye zannedersem İspanyol efektli bir bar (o da ne demek şimdi?!) oraya daha gençler gidiyor, şeker bir yere benziyor. Üçüncüsü de 26 - 48 yaş arası Alman'ın, tıkışıp içmek için gittiği çok küçük komik-saçma sapan bir bar. Bu üç barın ve evimin araları onar metre falan.

Yani bak (schau mal) aslını söylemek gerekirse Augsburg'da zaten -takdir edersiniz ki- gidilecek yer yok gece hayatı namına. Hepsi sıkıcı. Neden? Çünkü bu barların tek aktivitesi müzik (gerçi şurda köşede gündüzleri kafe restoran olaraka çalışan ama geceleri üst katındaki ışıklardan ve tavandan zemine kadar indiğini düşündüğüm borudan anladığım - ya da anlamak istediğim - kadarıyla striptiz falan yapıldığını düşündüğüm bir yer var ama. Neyse) ve gel gör ki çalan müzikler de çok sıkıcı ve hep aynı. Ama...Artık bu şehirde yaşıyor olduğunu farkettiği zaman bünyen, 'belki de' diyorsun, 'belki de o kadar kötü değidir yahu..' Sarımsı cılız bir ışık görünüyor uzaaaklarda. Yalanlara kanmak istiyorsun kararmaktansa. Çok çaresiz bir durum tabi. Neyse.

Yok işte o salak kafelere bile birlikte gidecek hiç kimsem. E git tek başına! Dii mi? Tıh, yok. Biliyorum ben eğer tek başıma gidersem oralara, biriyle gitsem alacağımı düşündüğüm küçücük zevki de söndürecek kadar yavan ve sıkıcı birkaç 10 dakika geçirip içim büzüldükten sonra gerisin geri eve dönerim. İçtiğim bir bardak birşeyin manasız tadıyla ağazımda otururum mal mal odamda. Belki uzaydaki yıldız bulutsularının renklerini falan hayal ederim en fazla...ama gene de çok sürmez...gereksiz...



- YANİE BEEANCE ÇOK ÖNYARGILI BAKIOSON OLAYA YAANEE...NE BİLİİM..SONUŞTA...HERYERDE EĞLENEBİLİR İNSAN YAANEEE BELL'OLMAZ Kİ SONOŞTAAA



(senin o boş kafanı içi su dolu kovaya sokar,dizlerni karnına iter, üçnüzü* birden camdan aşşşaa atarım ha!)



*kafa, diz, kova

cartoonbrew

Cartoonbrew, animasyon dünyasından haberle veren ve bizzat animasyoncuların da yazar olduğu bir blog. Faideli olabilir. Buraya not alıyorum:

cartoonbrew

PES

Pes, Adam Pesapane isimli zannediyorum Amerikalı bir stop-motion animasyoncu ve yönetmen. Kısa stop-motionlar'ı ve reklam filmleri var. Pes'in reklam filmlerini orda burda hep görmüşümdür, ayrıca Lamia Hoca'nın animasyon dersinde de birkaç kısasını izlemiştik.
İşte burda hepsi var:

http://www.eatpes.com







1- Self Portrait
2, 3, 4, 5- Yeni filmleri Western Spaghetti'den fotoğraflar

(Fireş'e teşekkürler bana Pes'in sayfasını gönderdiği için)

Thursday 20 November 2008

Dotbilsarda - Vur/Yağmala/Yeniden

Evet reklam vaktim gelmiş.

Tiyatro Dot yeni bir projeye girişmiş. Mark Ravenhill'in onaltı kısa oyununu sahneye koyuyorlarmış. 8 ay sürecek bir projeymiş Vur/Yağmala/Yeniden, her ay iki ya da üç oyun prömiyeri yaparak en son Haziran ayında tüm onaltı oyunu birden oynayacaklarmış. Etkinliğin resmi web sitesi: (etkinlik de ne uyuz laf. ne demek etkinlik. etkin olan şeylerin durduğu kap. kab. etkinlik olsun. hani böyle 'laf olsun torba dolsun' gibi...resmi web sitesi lafı da uyuz...resmi lafı ne kadar sert...gündelik kullanıma daha uygun olanı yok mudur bunun? gündelik kullanıma uygun şampuan gibi...guud for evridey yuuz)

Dotbilsarda




Haziran'da gidip tüm oyunları göreceğim hatırlat bana...
(kim mi? e sen işte! ne bileyim biriniz hatırlatın işte! sen hatırlat!)

Wednesday 19 November 2008

Monday 17 November 2008

Pisss Almanca öğreniyorum!

Tuvalette ev arkadaşlarımla almanca iletişim kurmaya çalışıyorum.
Ortadaki zavallı iyi niyetli yaratık, odamın asıl sahibi Sophie'nin yaratıklarından biri...ama benimle konuşmamayı tercih etti...kendi bilir...

Sunday 16 November 2008

Schwangau (Ben Ormanda İyiydim 3) IV

Havanın kararmasına kırk dakika kadar vardı, köprüden sonra yukarıya doğru devam eden minik patikadan tırmanarak tepe noktaya çıkalım dedik...Ne manzara



Ben ormanda iyiyim hakkaten de. Nitekim sonra loş bir trende uyuya uyuya, kasvetli almanların yaşadığı karanlık ve durgun Augsburg'a geri döndük yorgun argın. Kalsaydık ya tepelerde...

Ohff...

Schwangau (Ben Ormanda İyiydim-3) - III

1200 ila 1400 metre arası bir irtifaya kadar çıktı yolumuz. Dört saat kadar yürüyüp, karnımızın açlığını giderecek bir yere geliyoruz sandık ama kapı duvardı. Açlık bizi yerken aşağıya inmeye başladık ve Neuschwanstein şatosu'na vardık...

Şatonun arkasında gene Kral Ludwig II'nin, manzarasını çok beğendiği noktya yaptırdığı romntik köprüden şatoya bakış.



Şatonun arkasındaki (köprünün bağlandığı)dağ...



Köprüden aşağıya bakınca görünen manzara.

Schwangau (Ben Ormanda İyiydim-3) - II

Yukarılara çıktıkça sis ve serinlik artıyordu.



ve sonunda 15 Kasım günü Almanya'da 2008 senesinin ilk karını gördük.



Hemen yolun devamında bu meryem analı ağaçla karşılaştık. Ormanda giderken habire insanların izine rastlamak çok sıkıcı birşey. Ormanın ortasında meryem ana köşesine anlam veremedim. Bu ağaca biri kafayı vurup ölmüş müydü acaba? Altında duran dökük bankla tam bir enstalasyon havası veren saççma sapan birşey işte...


Yola devam ettik. Hava soğuk olunca insanın daha sık çişi geliyor. Ormanda olmak bu anlamda çok pratik tabii. Diğer hayvanların, kendinde bir bilgiçlikle alan belirlemek için yaptıkları işi biz (insanlar), kökeni ve tarihi silinmiş bir iç güdüyle yapmaya devam ediyoruz. Ne alan belirliyoruz ne belirlenmiş alanlara müdahale etmiş oluyoruz. Aslında hayvanlar bizi sallamıyorlar da ormandayken. Yani demek istiyorum ki işeyip duruyoruz oraya buraya!