Thursday 31 January 2008

RÜYA

Rüya, Beşiktaş'ta ya da Kabataş'ta tam denizin kenarında benim hep gidip çift kaşarlı tost yiyip ayran içtiğim bir 'bilmemne amcanın büfesi' olduğunu varsayoyor. Gene gidiyorum oturyorum bir masaya, ısmarlıyorum tost. Ama burda nedense fazla geç geliyor herşey. Beklerken beklerken farkediyorum ki büfenin yanındaki eften püften çadırımsı odaya, önünde kanlı bir önlük olan iri yarı bir adam, kişneye kişneye ona karşı koymaya çalışan bir eşeği sokmaya çalışıyor. Ben dehşete kapılıyorum. Kulaklarımı kapayıp koşuşturmaya başlıyorum, adamla göz göze geliyorum ve büfenin diğer tarafına doğru koşuyorum biliçsizce. Kulaklarımı kapadığım ellerimin arasında eşeğin çığrışlarını duyuyorum ve sonra denize birşey atılıyor 'çlopf'. Eşeğin kulakları. Kulaklardan yavaş yavaş kan sızıyor denize, sonra ardında bacaklar atılıyor tek tek. Ben ağlamaktayım hala, 'nasıl olur eşek adam eşeği' diye panik halinde sayıklarken yan masadan sarışın bir kız bana ' eeeh ne bağrıyosun be! ne var eşekse aaaa' diye efeleniyor. Ben donup kalıyorum hiç birşey söyliyemiyoum ama kızdan nefret ediyorum.(Rüyalarımda öldürdüğüm, ifaal ettiğim, işkence ettiğim sarışın kızlarrr) Arkamı dönüyorum tekerlekli bir tahta parçasının üzerine bindirilmiş bir şekilde bir oğlak getirdiklerini görüyorum o çadıra.
Sonraki sahnede yanıma çok zayıf sivrisinek gibi bir oğlan geliyor ve onunla gidiyoruz ordan. Dağ tepe çok güzel mezarlıklardan geçiyoruz, rengârenk çiçekler, yemyeşil çimenler, yol gibi kullanıyoruz mezarlığı. Birşeyler konuşuyoruz ve hep yürüyoruz. Ben etraftan ruhların geçtiğini hissediyorum (nasılsa)...

Wednesday 30 January 2008

RÜYA

Bu gündüz uyuya kaldığımda, rüyamda...Nasıl anlatılacağını bilmiyorum. Rüyaca konuşmak gerekiyor, bizim gözümüzün ve hafızamızın aldığı kelimelerin karşılığında anlamak güç. Çünkü sanki... Üç boyutlu değil de H boyutluydu. Anlatabildim mi? Sis vardı ve koyu mavi bir nehir. Nehirde kâğıttan yapılma bir şilep, onun önünde kâğıttan büyük bir gemi ve onu önünde kâğıttan bir Hz.Muhammed, diğer tarafta da kâğıttan beyaz, üç direkli bir tekne. Bunların herbirinin farklı hikayesi vardı. Ama bu ne demek bilmiyorum. Aslında ben biliyorum ama anlatamam ne garip. O hikayelere nasıl ulaşılıyor bilmiyorum. Belki kelimelerle değil ama görsel olarak anlatabilirim ama o da zor. Saçma sapan bir MTV klibi olmamalı çünkü rüya bu, kutsal, çıplak ve ıslak. Daha doğmamış çocuk gibi, plasentalı, çiğ, canlı, hassas, kuvvetli. Ben o hikayelerden birinin içine giriyordum ve bir oğlan vardı, kısa boylu yeşil gri gözlü, hep gözlerimin içine gülümseyen. Geceydi, bir sürü arnavut kaldırımı yokuş, dükkanlar pasajlar vardı. Ama tüm bu dekor da kâğıttandı sanki kâğıda çizilmişti. Değildi kâğıttan ama hissi öyleydi, deformeydi herşey. Yokuşlar fazla dik, gördüğümüz manzaralar iki boyutlu ve gecenin rengi de boyayı emen bir kâğıda lacivert gazlı boyayla boyanmış gibi mattı ve... nasıl demeli...kumaş gibi...emilmiş...derinliksiz...cansız. Bu çocuk beni sırtında taşıyordu. Durduğumuzda indiriyordu. Gecenin bir vakti bakkal arıyorduk ben çikolata istediğim için. Bir sürü elektrikçi vardı vitrinleri komik komik ışıklı ama bakkal yoktu. Hepsi kapanmıştı. Çocukla habire göz göze geliyorduk ve gülümsüyorduk karşılıklı.
Sonra uyandım. Gittim çikolata aldım.

Tuesday 29 January 2008





1- Meister YMCA
2- Aldi'nin sikindirik plastik şişe Karlskrone birası adam olabildiği kadar
3- Geçen geceden hiç hatılamadığım bir fotoğraf (meğer bu alman veledi, bizim Brezilyalı arkadaşımız Talita'ya yazmak üzere onun koltuğuna giderken Güliz'in benim fotoğrafımı çektiğini görüp kadraja giriveren bir alman insanmış)





1- Yatağına saklanan Ekin ve onu korkutan mavi Gökçe
2-
3- Lastik havuzu
4- Augsburg güzeş batışı

RÜYA FABRİKASI

Bu sabaha doğru üç rüya hatırlıyorum. Üçüncüsü ikincinin devamı gibi.
İkincide ben İstanbul'a dönüyorum ve annemin Momo'yu birine verdiğini duyuyorum. Annemi nasıl vaz geçireceğimi düşünüyorum ve anneme "Ben Momo'yu çok seviyorum. O da beni çok seviyor. Hem bunca yıldır birlikte yaşadığı kedilerden nasıl ayırırsın! Hem ben yalnız yaşamaya alıştım, yani geri döndüğümde kendime bir ev bulmak istiyorum, o zaman ikişer ikişer paylaşsak kedileri gene mi olmaz?" diyorum. Hayır diyor, olmaz böye olması gerekiyordu. Momo, Gülizar Hanım'a gitmiş (annemin hiç sevmediği adalı bir kadıncağız). Gülizar hanım rüyada, bizim oturduğumuz, eski taş bir teşivkiye apartımanının kapıcı dairesinde oturuyor. Onun evine doğru giderken birden, iri yarı açık gri ceketli pembe fularlı bir adam annemi kolundan yakaladığı gibi, peşisıra gelen siyahlı adamlarla birlikte onu merdivenlerden aşağıya koşturmaya başlıyor. "Anne! N'oluyor? Anne?!"
Annem bana eliyle karnına bıçak sokma işareti yapıyor, meali 'bıçaklanan gey'. Ben anlayıp peşlerinden koşmaya başlıyorum. İndikleri yer mafyanın konuşlandığı yer, (bu apartımanın bir sürü yer altı katı ve merdiveni var oraya buraya inen ve çıkan) mafya bu adamı bıçaklamış gay olduğu için ve şimdi de erkek olduğunu kanıtlaması için biriyle göstermelik evlenmesini istiyorlar. Annem de ona yardım etmek için onunla evleniyor ve bunları mafya nikahlıyor. Beni içeri almıyorlar "Bayan! Gidin! Lütfen! Korkuyoruz..."
Ben de yarım gülümsemeyle korka kokra çıktığım garip merdivenleri geri iniyorum ama hızlı inmeye çalışırken duvara tosluyorum, merdivenin dönüş açısı yanlış yapılmış, dönmeye başladığı yerden bir kere daha kıvrılıyor ve ben de virajı alamıyorum düşecek gibi oluyorum.
Sonraki sahnede Gülizar'ın evindeyiz. Karanlık dar bir yer. Bir döşekte oturuyoruz ve pirzolayla, yağlı kızarmış meyhane patatesi yiyoruz. Momo, Gülizar'ın kucağından kocman gözleriyle bana bakıyor sanki gülümsüyor ama uyuşmuş gibi. Sonra kucağımdaki tabağa doğru geliyor ve kokluyor, Gülizar "aa tabaktan yok! tabaktan yok Momo" diyor ben Gülizar'a soğuk bir bakış atıyorum ve Gülizar susuyor. Momo'ya pirzola veriyorum yemiyor, patates yiyor onun yerine. Hareketleri çok yavaş, gerisin geri Gülizar'ın yanına dönüyor. O sırada ben patateslerin vıcık vıcık yağının içinde uzun bir saç buluyorum ve onu elimle alıp tabağın kenarına koyuyorum.


Üçüncü rüyada gene aynı apartımanın alt katlarından birindeyiz, sanıyorum bu mafyayla bağlantılı olan kocamaan bir 'geniş aile'nin salonundayız. Koca boş bir salon, ışıksız rutubetli, yerlerde üstüste halılar, sıra ısra dizilmiş mobilyalar ve açık yeşil duvarlar ve allah bilir kolonya kokusu. Kekler börekler çaylar gürültü patırtı. Annem sanki o aileye gelin gitmiş gibi ve ortada herkesin ilgilendiği mini minnacık bir kedi yavrusu. O yavru da annemin çocuğu gibi. Ben de yurt dışında okumuş gelmiş, kolu bilezikli uzun saçlı, yüksek sesle konuşup herkesin dikkatini üzerinde toplayan,o Vildan neydi kızın adı, birşey Vildan, onun gibi bir kızım rüyada. Ailenin para kazanan genç üyelerinden biri (ki rüyada bir bakkal ve bir kafe sahibi) benimle aynı masada otururken "hayvan beslemek ne saçma şey! olmaz yani! biz yiyoruz onları yau beslenir mi!" diyor ben de gözlerimi açıp adama bakıp " a a ne alakası var hiç de öyle değil! çok faşist bakıyorsunuz bence" diye bir cevap veriyorum, 'faşist' demiş olmam adama bir meydan okuma gibi geliyor ve benden hoşlanıyor gözlerinden anlıyorum.
Kediyi ilk kez görmeye geliyorum. Yalnız kedide bir gariplik var, arada bir nedensiz vahşileşiyor ne yapacağı belli olmuyor (egzorsist misali). Ben kediyi kucağıma alıyorum gayet iyi anlaşıyoruz ve ben kediyi daha ziyede insan yavrusuymuş gibi seviyorum, insanla konuşur gibi konuşuyorum, herkes şaşırıyor nedense. Sonra bir anda kedi garipleşiyor ben anneme söylüyorum bunu. Suratı kedileşiyor iyice, tırnaklar çıkıyor ve kıh'lamaya başlıyor. Ben kediden tedirgin olup onu yavaşça suratımdan uzaklaştırıp, yere bırakıyorum. Hayvan kıhlaya kabara koşturarak koltuklara tırmanmaya başlıyor. Bu sırada annem yeşil duvardaki küçük kırlangıç yuvasına dönüyor, bir parmağın iki boğumu büyüklüğünde bir anne kırlangıç yavrularnı besliyor (evet rüyadaki tüm hayvanlar çok küçük). Annem kırlangıça "sen bi çekil bakiim bi yavrularnın yanından" diyor. Kırlangıç yuvadan çekilince, yavru kedi düzeliyor...(Sanıyorum şu geçen izlediğim Derren Brown'un nlp hipnoz vidyolarından feyz almış olacağım)

İlk rüyada da Güzin teyze vardı. Sanki ölü olduğunu biliyor gibiydim. Anneannemin evindeydik ama ev biraz yamuktu, yani rüyada gibi yamuk. Rüya boyunca Güzin teyze benden ilgi bekliyordu ve ben başka birine dönüp cevap versem, başkasına yardım etsem hemen alınıp sessizce kaçmaya çalışıyordu. Ben de, eğer giderse bir daha gelmeyeceğini bildiğim için (nasılsa) bahçe kapılarında yakalayıp geri getirmeye ikna ediyordum onu.













Şu anda aptal bir otelde (tüm oteller aptaldır zaten) olup, giyinip yemek odasına inip kahvaltı etmek istedim...

Sunday 27 January 2008

Whatever Lola Wants



Canım sıkıldı bugün şarkı söyledim. Kulaklıkla dinlemedikçe iyi duyulmuyor.

Saturday 26 January 2008

evet

Ha bu arada hayatımın ilk pırasasını ve mercimeğini yaptım. Bak sen türk kızına bak. Burjuva işte. Kıvamları yalan ama lezzetleri pek güzel oldu. Tarifleri şöyle:

MERCİMENK

200 gram kıyma
küçükçe bir tencere
yarım paket mercimenk
bir soğan
kara biber
ak tuz
az bi zeytin yığı
bol bi su

Öncelikle ocağımızın altını orta açıkta ateşliyoruz. Yarım paket tenciremizi ocağa koyuyoruz, az bi zeytin yığını döktü müdü, içine 200 gramlık kıymamızı atıyoruz, parçalara böllüyoruz ki köfte olmaya görsün, üstüne ak tuz kara biber. Sonra içine ince soğanmış kıyımları atıp kuvarmaya devam ediyoruz. Pembeler soğanlaşıncaya kadar kavurları maya devam ediyoruz. Once they are kavruldu hemmen içine mercim paket yarımı ve bol bi su'yu boca ediyoruz ve becerebildiğimiz kadarıynan dışarı dökmeden karıştırıyoruz. Tenceremizin kapakcağzını kapatıp, terkedip gidiyoruz. Sonra vakit geçiyor.....
..


..
...
.

,.,.,..

Bi bakalım ne oldu deyince görüyoruz ki bol bi su'dan eser yok. Az daha bol bi su boca ediyoruz ve gene terk ediyoruz. (bu hareket, bu döngü, bu coşku , bu kovalamaca sayısız kereler tekrar tekrar edilebilir dikkat!)


Afiyetle yersiniz mi raccomando eh...




PIRASSA

4 adet pırrasa
bir çay badığı zeytin yığı
1 küb şeker
4 de havunç
tus
su

Pırassâları yıka. Havuçları yıka. Kes biç tencereye at. Bir çay bardağını zeytin yağynan doldurup tencereye yerleştir. Ocağı orta fitilde ateşle ki. Bir küb şekeri tam ortaya koy ki kokusunu eşit salsın. Ak tuz at göz kararınca. Ne kaldı? Su. Bol su koy ki çorba gibi olsun. Yüzen pirâseler. Yazlık Pırrassa. Bırak pişsin bırak! Foku foku ederse korkma. Olur öyle. 40 dakika kadar bir sürede biter. Soğutup da yersin e mi annem mi raccomando!


İyi günler
Acılar dinsin
Göz yaşları kurusun
Deriler yüzülmesin gözler oyulmasın
Beyinler patlamasın
Penislere cam kamışlar sokulup içerde kırılmasın
Döverek çocuk düşürtülmesin
Silah satılmasın
Barış
sevgi
Pırasa

RÜYA

Dün gecenin ortasında görüp uyanıp 'hatırla!' dediğim rüyada, çok karanlık bir gecede Teşvikiye'deki evimizin karşı kaldırımında babamla birlikte durmuş, az ilerde oynaşan köpek yavrularına bakıyoruz (gene teşvikiye gene babam ve gene köpek). Babam bana köpeklerin cinslerinden bahsediyor, biri biraz daha büyük, küçük olanı büyük olanının sırtında duran kapkara köpekçikler bunlar. Pek şekerler, oynuyorlar. Sonra oradan geçen şişman bir kadın (bilerek mi bilmeden mi orasını hatırlamıyorum) yavru köpeğin kafasını eziyor ve oracıkta öldürüyor. Ben (ki bu küçüklüğümden beri böyle bir durumla karşılaştığımda yapmak istediğim şeydir, bu kadar şiddetli olmasa da) kendimi kaybetip kadının üstüne atılıp yere yıkıyorum onu ve deli gibi ağlıyarak, elimde kadının başını yere çalıp duruyorum. Defalarca. Kadının kafa tasının çatladığı sesini duyuyorum elimden ağrı ama vurmaya devam ediyorum. Artık sadece köpeğe değil kendi yaptığıma da ağlıyorum, herşey birbirine giriyor. Fenaydı.
O ağlama krizi babamın ardından patlattıklarıma benziyor. Kafası ezilen yavru köpek...Peki...Ama ben de kadının kafasını eziyorum ve bundan suçluluk da duyuyorum, aynen babam ölürken ona onca sene ilgi göstermemiş olmamdan duyduğum koca suçluluk duygusunun da araya karışmasıyla sarfettiğim sıcak göz yaşları gibi.Sıcak gözyaşları. E evet yakarlardı. Şişman kadın kim? Bilmiyorum. Köpek ben de olabilirim gene.
Sahne bir iki hafta evvel tesadüfen izleyip de içimin kesildiği ve ağladığım
Çin'deki deri piyasasında hayvanları nasıl öldürdüklerini gösteren Peta videosundan, onu anladık. Anlamasak da olurdu. Teşvikiye-ev, baba, köpek...Şişman kadın. Kan göz yaşı. ihtiras tutku namus gurur. A tv'de. Yeni dizi...

Wednesday 23 January 2008

23.01.2997







1- Detay, Kız
2- Detay, Balık
3- Detay, Kuş ve kız
4- Aslında bu şeyi hayali arkadaşıma yapıyordum ama sonra duvarıma asmaya karar verdim
5- Rejime başladım. Artık geceleri armut yiyip süt içiyorum. Armut ve iplikler.

luxembourg bahçesi Paris




Tuesday 22 January 2008

abdullah abi ve ben, cilt II

Gene Paris'ten Augsburg'a bir otobüs ve gene Abdullah abi ve tabi bitmeyen hikayeler. Paris'te ilk gördüğü an gene

"Ooo teyze kızı meraba!..Bi insan bi insana bu kadar mı benzer yaau"
deyiverdi.

"Ben sana artık Dilek diyim, olur di mi?"

Dilek, teyze kızı. Gençliğine benziyormuşum, fotoğrafımı çekip göndermek istiyordu en son; anlattığı hikayeleri pür dikkat dinlerken de arada bir kesip "hah bak aynı Dilek bakıyor sanki şimdi bak" diyordu. Gene yasak olan en öndeki ayrılmış yerime yerleştirildim.

"Ne içicen? Yicek bişey yok bu sefer. Büssürü vardı hepsi bitti! Balık vardı tatlı vardı...Bi de büyük vardı. Hepsi bitti tabi bi büyükle!"

- E geçen sefer iki çayını içmiştim Aptullah abi, bu seferlik içmeyeyim birşey...

"Nee iki çay mıı! Ver borcumu o zaman! Hehehe"

Bu sefer ilk önce Ulusoy ve Varan hikayeleri geçti. Ulusoy'u polis kontrol etmezmiş, neden dedim, önceden besliyor muydu polisi?
"Yoook" dedi "süper kontrol vardı Ulusoy'da! Hergün kontrolden geçerdi arabalar, herşeyleri!"

Ulusoy'dan bıkıp Varan'a geçince, Ulusoy'un ne nimet olduğunu anlayıp geri dönmüş.

On yıl boyunca çalıştığı Ulusoy'da içkiciler varmış.

"Nereye gitsem elimle koymuş gibi bulurdum bunları! Sabah servise çıkıcam derim, YAA GEL Bİ Bİ SAAT YAUU derler, o bi saat olur sana üç saat!..Hergün bi büyük devirirdim ben o zamanlar. Hapisteyken temizlendim ben. Ondan evvel...çok fenaydım çok"

Üç kural varmış, aşırı alkol yok, aşırı hız yok, karı kız yok. Abdullah abi, ilk ikisinden yakalanıp patronun odasına kadar gitmiş ama o odaya gidişi bile afili:

"...dediler müdür seni odasına çağrıyo. Anladım tabi ben. OLUR GİDERİZ dedim. Bekliyorum müsait olsun, bi saat geçti iki saat geçti yok! Kapı kapalı! EEH DEDİM BÜTÜN GÜN BUNU MU BEKLİİCEM çıktım tam gidiyorum. ABDULLAH dedi, E NE VAR?
GEL GEL, YA NE GELİCEM ALLANI SEVERSEN, BURDA SÖYLİYEMİYO MUSUN ODAYA ÇAĞRIYOSUN!"

Öyle sevilen ve sayılan bir adammış ki bu Apo abi, öyle kolay kolay kimse ne işten atabilirmiş ne bir laf edebilirmiş.


Sonra ilk mola yerinde durduk, daha önce durmadığımız bir benzinci, Polonyalı şoför arkadaşına Disney Land'e girdim demiş (Paris'in çıkışında Disney Land'in otellerinin olduğu kocaman bir yerleşim kısmı var ve firma, bu otobüslerin her Paris çıkışı
ordaki her otele uğramasını böylece reklam yapmasını istiyor fakat bu, yolu fena halde uzatıyor. Dolayısıyla Abdullah abi gibi zeki bir insan da bundan kaytarmanın kolay yolunu buluyor: oradan geçtiği her otel için üzerinde tarih ve imza olan bir kağıt teslim etmesi gerek firmaya; bir seferinde gidip boş kağıda imzaları alıyor, sonra istediği tarihin olduğu kağıda imzayı iliştirip veriyor kağıdı böylece hiç işi olmuyor o disney saçmalığıyla) eğer her zaman gittiğimiz yerde Polonyalıyla karşılarşırsa saat erken olduğu için gitmediğini anlar da problem çıkarırsa diye.
Durduğumuz yerde indim, benzincinin ortasında şöyle bir yürüdüm. Hava nasıl ılık.
O sırada sıcak bir rüzgar esiverdi,tertemiz, geniş geniş. İçinde hem Burgaz'ın denizinin, hem toprağının kokusu...Sonra adadaki evimizin, kışın kapalı kalmaktan biriken muşamba ve ahşap kokusu. Sevinsem mi ağlasam mı bilemedim, derin derin nefes aldım esneyene kadar. Marta Koyu'nun tepesindeki kayanın üstünde olmak istedim.

Yola devam. Eh biraz nostalji müzik dinliyelim bari yau diyip bir cd koydu Abdullah abi: bülent ersoy alişan özcan deniz adamııı innnletir aşk-tam çalıyordu ki "ben seemiyorum bunu" deyip kapattı Abdullah abi:
- e neden Aptullah abi?
"babasını tanımayanı ben de tanımam!"
hadi kuzum yandan yandan yandan biz korkmaaayız canarmaadan sezen aksu şimdi banaaa kaybolann yıllarımı veeerseler orhan gencebay demet akalın yüzünü bile göörmek istemiyyoruum ben senu sevduumii da dünyalaaara bildirdum
(- kazım koyuncu da güzel söylerdi bunu
"hee ama ben kazım koyuncu da dinlemezdim, lazca söölerdi bu. e anlamıyorum ki lazca, ben anlamadığım müziği dinlemem, kürtçe de dinlemem yabancı da dinlemem"
sen iiimkansııızsın sensizlik iimmkaaansııız aaaaaaşk kenan doğulu elvedaa meeeyhaneci artık kalaaaaamıyoooorum arif susam...

- Peh dedim Abdullah abi çaldın ya bunları, senin yanında bunu söylemek de ayıp ama neyse, bi özledim ki. Sanki sandım Bodrum'a iniyoruz!

"Sorma ben geçen ağladım bizim Polonyalıya. 3 yıldır görmüyorum çocuklarımı."

...

"Geçen benim hanımın ailesinin yılbaşı yemeği oldu oraya gittim. Bizim dağmat, benim hanımın pezevenk dağmadı...Şimdi bunlar alevi, benim hanım da ailesi de, ben sünniyim ya bu bana ordan uyuz zaten. O gece de parmağını bana doğru böle sallıya sallıya bi laf etti...dedi ki bööle BU ÜLKE SENİN GİBİLER YÜZÜNDEN BU HALE GELDİ dedi bak bak bak! Ben kimim lan? Ben kimim pezevenk! Sora boşver enişte dediler oturttular beni...Şimdi bu kavat sanıyo ki ben karadenizliyim ya tayyipçi falanım, halbuki bilmiyo ki! Benim köküm halk partisine dayanıyo babam halk partiliydi rahmetli, sonra da sırasıyla kim geldiyse arkasındaydık İnönü,Ecevit..."



Ben biraz uyudum sonra. Bir süre sonra gözlerimi açtığım bir anda beni yakaladı Abdullah abi:

"eeh! Amma uyudun! Yetmedi mi! Gel otur yanıma da al şurdan bi mandalina soy da ver uykum da geldi aaa!"

İndim aşağıya oturdum muavin koltuğuna, bir yandan ince kabuklu mandalinaları soyup ikiye bölüp Abdullah abi'ye veriyorum bir yandan da dikkatle dinliyorum. İzlerken izlerken yavaş yavaş Şener Şen görmeye başladım Abdullah abi'nin suratında, sesinde Şen'e yakın bir tını aramaya başladım (bu kısımlarda ne anlattığını tam dinliyemedim tabii); buldum da! Neyse. Sonraki hikaye teyze kızı Dilek'inkiydi:

"Bunnar dört kardeşti. Babalarının böbrek yetmezliği vardı, öldü. Soradan bütün kardeşlerde çıktı böbrek yetmezliği. Bikaç sene içinde bütün kardeşler öldü annelerinden sonra, bi Dilek kaldı. Bizim köy küçük ya tabi herkes görüyo biliyo...Küçük kasaba işte...Şimdi bunun böbrek hastalığı var ya, herkes biliyo, kimsel almaz gayrı bunu"
...
"annem iyi düşünmüş, benim arkadaşım Behçet'e versek bizim Dilek'i diye...Tanıştırdık bunları. Annem bigün çekti beni kenara dedi BU BEHÇETİN İÇKİSİ VAR MI? dedim anneme BABAMIN İÇKİSİ VAR MIYDI? E VARDI. ABİLERMİN VAR MIYDI E VARDI E BENİMVAR MI E VAR SENİN DE VAR. e benden başka türlü adam bekleme! Neyse evlendi bunlar. Behçet'in alkolü var tabi ama 5te yatsa dahi 8de kalkar gider işine. İşini yapar yani"
...
"okumuş çocuk. Darüşafakalı bu. Ama yalan sölerdi bak yalansız durmazdı. O ilk geldiği vakit, ne namaz bilir ne oruç ne bayram! Okumuş dedik ama herşeyi okumamış! Bunnarı bilmezdi, soradan öörendi"

Neyse bunlar evlemiş, hemen de iki çocukları olmuş. Sonra başlamış dayak, hem Dilek'e hem çocuklara. Yok bu adam düzelmez diyordu Abdullah abi. Ayrılmışlar üç dört ay evvel. Behçet de bunlara ne para veriyor ne birşey tabi...Kalmış açıkta kızcağız.
Ordan geçtik Ajda hikayesine:

"bak bu behçet karısına el kaldırdı. olur mu öle şey! bak hanımım bana hiç gözünün üstünde kaşın var dememiştir ama ben de onu hiç utandırdım mı? utandırmadım. benim bi işim olsa bile dışarda hallederim mahalleden içeri dahi sokmam!
bi seferinde, şişli taksim dolmuş yapıyorum, bir kadın var uzun boylu sarışın, soradan öörendim ajda derlermiş buna. bikaç kere bindi benim arabaya bi gitti geldi, sora bi gün bekliyomuş bu beni ben görmedim tabi bastım gaza geçtim gittim önünden, bu arkamdan bozuk para mara fırlatmış ben gene duymadım. taksiyle yetişti sora bana
önümü kesti 'e hani dedi duymuyosun' dedi medi, neyse biz...arkadaşım yani akşam yemeğe memeğe çıkyoruz ama ben bunu hiç ne mahalleye sokuyorum ne bişey, dışarda hallediyorum işimi. Bigün, bizim hanım grip olmuş, ben de ezzaneye gittim kendime aşı vurdurttum grip aşısı, hanıma da götürücem aşıyı unuttum onuuu. marketin önünde buna rasladım, ajdaya, dedi 'nereye gidiyosun' dedim bööle bööle, bizim hanıma iğnayi unuttum tekrar geri gidicem, dedi 'dur ben yaparım iğneyi hanımına ben hemşire değil miyim?' sen dedim napıyosun burda, 'e ben dedi şurda aşaada oturuyorum', meğer bizim mahallede oturuyomuş bu! bizim kahvehane, bu geçerken herkes birden dışarı çıkarlardı seeretmek için, gördüm soora ben. Neyse. dedim 'e ne diicem ben hanıma?' e dedi, aynen söyle bööle bööle oldu sokakta konuşuyordum rastladım diye, sen git ben de 1 saate geliyorum' dedi ben gittim, hanıma anlatıım hanım tamam dedi. geldi bu yaptı aşıyı, bunlar bi muhabbet, bi komşuluk, artık eve giriyo çıkıyo bu, ben hemen kestim alakamı. olmaz artık olur mu! bu ağladı mağladı, yok! sora taşındı bizim mahalleden. marketçiye söylemiş, 'sebebim abdullahtır' demiş. 'hayatımda bir adamı sevdim, o da böyle böyle yaptı' demiş anlatmış..."

Sonra bir ara şu '94 senesinde istanbul'da otoyolda vurulan altı kişiden söz etti. Ben hatırlamadım, gene Abdullah abinin kıl payı gitmediği bir servismiş o ve otobüsten yetmiş dört kilo mal çıkmış da bunu ispiyonlayan o altı kişiyi vurmuşlar
"o Sıvaslıyı ağzından vurmuşlar o ispiyonladı heralde"

Sonra bir aralık beni sordu iki satır ve zaten şoför değişimi yapılacak garaja geldik. Geçen sefer Abdullah abi beni yasak olan ön kısma oturttu diye sorun çıkaran ve beni arka tarafa geçiren Yugoslav şoförün yerine, deri ceket ve sigara kokan Macar bir şoför geldi. Meğer Abdullah abi bunu paylamış benim yüzümden:
"Sen farketmedin o gece o o hareketi yaptı, ben nereye sıkıştırsam da bi delsem şunu diye düşünüyodum, sora çektim bi kenara söyledim, bak dedim benim oraya oturttuğum birine artık ondan sora laf söölemek sana düşmez! kardeşim o benim yaa! o ne yugoslav ne alman ne fransız! o türk! seni ispiyonlamaz o! efendi ol bak ben seni herkese iyi adam diye anlatıyorum". Bu olaydan sonra almışlar yugoslav şoförü ordan.

Bir saat sonra Abdullah abi'yi bıraktık bir otoparka,
"Bak bi dahaki sefere arıyosun Abdullah abi ben geliyorum diyosun bileti almıyosun ben hallediyorum. tamam mı"

Uyudum sonra ben biraz...

Wednesday 16 January 2008

Emma Russack



http://profile.myspace.com/index.cfm?fuseaction=user.viewprofile&friendid=192923919

Saturday 12 January 2008

bronşitin misyonu

Ne zor bir hastalıkmış. Günlerdir ne zor işlerle uğrşıyorum bölük pörçük uykularımda. İlk önce animasyonun fotoğraflarını çekmekle uğraşıyordum ama çektiğim fotoğraflar hamur mantar falan değil, çeşitli vektörel matematik çizimlerdi. Sıralarını zar zor anlıyarak çekiyordum çizgilerin açıların ve kesişen iki boyutlu amorf biçimlerin fotoğraflarını. Sonra o fotoğrafları metal çubuklara geçirmek gerekiyordu. Ama bundan evvel, iyi çubukları bulup çıkartmak diğerlerinden ayırmak gerekti. Bu çubukların bazıları fazla uzundu taşıyamıyordum ve bir sürü insandan oluşmuş bir bilim adamı kurulunun önünde yapıyordum bu işleri. Alkışlanıyordu. Gürültülü uzak.
Bu gece de, seçmiş olduğum çubuklara, avuç içi büyüklüğünde bir göz olan
öksürüğümü takmaya uğraşıyordum. Sonra sabaha doğru gök yüzünün varlığını bu adamlara kanıtlamam gerekti. Epey sürdü. Birşey yaptığımı hatırlamıyorum, sanki bekledik ve gördüler ve alkışladılar. Bir sonraki görev de gökyüzünün mavi olduğunu kanıtlamam idi. Bu sefer uykumun bittiğine ikna oldum ve kolaya kaçıp, mikrofona yaklaşıp 'evet mavidir' dedim, salonda bir alkış koptu, ben derhal sıvıştım salondan. Uynadım kalktım öksürüyorum. Saat 8:22

Thursday 10 January 2008

The Magic Mushroom

The Magic Mushroom - Gökçe Deniz Balkan

Hikaye, Fotoğraflar, Dekor, Ses Tasarımı, Işık: Gökçe Deniz Balkan.
Plastrin modeller: Gökçe Deniz Balkan, Ekin Dedoğlu
Oyuncu: Ekin Dedeoğlu

Teşekkürler: Ekin Dedeoğlu, Ege Soley, Michael Titze, Joege Maxzin



mushroom







Ege'nin evini altüst ederek kurduğum minik orman setiyle işim bitti, şimdilik sonuç iyi gözüküyor ama fotoşopta uzun bir uğraş beni bekliyor elbet. Birkaç gün elimi sürmüyorum. Sanırım ilk kez planlanmış ve doğaçlamaya gerek duyulmadan montajlanmış bir minik filmim olacak. Geçen sene vahiy ile içime inen, babama ithafen çizdiğim minik animasyon fikrini de gerçekleştirmek istiyorum hazır işin içine girmişken.

Bu aralar ne yazı yazacak ne de birşeylerle ilgilenecek ya da tartışacak kıvamda beynim. Bir yerlerini fazla çimdikledim sanırım çünkü şimdi sanki elektrik verilmiş gibi donuk ve nemli nemli durma halinde. Ne ketiyse artık bu...Rüyalarım rüya ama çok ilginç ve iştah açıcı değiller. Dünkü rüyam pek net değil: anneannemin evi, kapıyı çalan yaşlı beyaz saçlı bir adam, kapıdan kaçmasın diye uğraştığım kedim Bico ve evin etrafındaki kimsesiz inşaat alanı. Kolay, kolay çözümü
ama ilginç değil işte görüyorsun ya... (her rüya ilginçtir gökçe, her kedinin güzel olduğu gibi)
Bundan evvel kaç gecedir annemi ve babamı görüyorum aynı rüyanın içinde (yakın zaman anıları siliniyor gökçe ölüm yaşlandıkça, eski kutuları açmıya başlıyor çünkü onlar yakınlaşıyor); ilkinde gece gece üçümüz bir yere giderken, onların normal bir eğimmiş gibi rahatça çıktığı ama benim ancak ellerimi de yere koyup emekliyerek ve düşecem diye ödüm patlıyarak çıktığım dimdik yokuş (koptun çünkü onlardan gökçe, biriyle bağın bıçakla koparıldı diğeriyle inceldiği yerden koptu) ve vardığımız yarı cami yarı kiliseye benziyen, eğri büğrü zeminli acı kırmızı halılı cem evi (cem evi), içerde bana yaklaşan masmavi gözlü, pis sakallı, zayıf mı zayıf, tekinsiz çocuk (rıza değil mi o gökçe?tecavüzcü rıza?)... İkincisinde gene gece gece babamla, annemin arabasına binip bir yerlere gitmeden önce otoparkta kafeslere konmuş kedilerimi ziyaret edeyim derken karşıma çıkan, yırtınarak havlamasına rağmen ağzından hiç ses çıkmayan ve delice koşturup duvarlara sıçrayıp sıçrayıp inen kudurmuş köpek (kedilerin sensen gökçe köpek kim? köpek de sensen...köpeğin adı freud olsun...sesi çıkmıyan kuduz köpek gökçe);
sonra da yolun ortasında durup elleri belinde bize bıyık altından gülerek bakan anneme babamın arabayla çarpması, benim bu şaşkınlık verici olaya kılıf olarak babamın, frenleri daha iyi çalışan kendi arabasına alışık olduğunu söylemem (ölüm olmasaydı hala gönül rahatlığıyla babana kızabiliyor olacaktın gökçe)...
Anneme, annemin arabasıyla çarpan babam...Babamın arabasının frenleri, annemin arabasınınkinden daha sağlam...(babanın frenleri gökçe babanın frenleri...sen de seninkileri kontrol etsen iyi olur belki..sıkıştıysa)
Annemin üzerinde mor bir kot pantolon vardı.

Monday 7 January 2008

gün ışığını yakalıyamamak








1, 2, 3 - Başarısız gün ışığı tutturma denemeleri
4, 5 - Dekor devam..

07.01.2007

Bu akşam Augsburg'a dönen uçağıma binemiyorum ve yarına kadar (umarım) animasyonumu çekiyorum. Çok delikli ve yavaş çalıştım. Kafam bile zorlandı boşu boşuna, kendime bir stüdyo bulsam ve stüdyodaymışım gibi çalışsam. Neyse geç de olsa bitti dekor ve heykeller . En iptidai yöntemleri ve teknolojileri kullanmaktan çekinmiyorum. Evet setteki en teknolojik eleman tripod ve da ucuzundan. Birazdan çekimlere başlıyorum. Çok heyecanlı bir durum!
Gördüğüm garip rüyalar var ama inanır mısın onları yazmak için tekrar kafamda kurgulamaya sabrım yok. Önce şu işe girişeyim!







1-'Magic Mushroom' kahramanları
2- Mantarım
3- Mantarım ve ben
4- İptidai dekor
5- İptidai dekor zoom ve içindeki benle beraber şalvarım

Tuesday 1 January 2008







1- nası olmuyo!
2- nası olmuyooo!
3- nası olmuyoouu ah!
4- nası da olmuyoo!
5- ekin ile gökçe