Sunday 30 March 2008

supor (kıçın çıkana kadar)

Bisikletlerle ilk sportif günümüz bugün ve evet kıçımız çürüdü. Orman kent Augsburg'un etrafını dolaştık. Orman, buz gibi göl, nehir kolları, konuşan ağaçlar, ördek ve kuğular, yaşlı teyze ve amcalar, batonlarla hızlı yürüyüş yapan tombul teyzeler, kano yapmayı öğrenen 'taş' alman gençler, şaşkın çocuklar, çocuk köpekler gördük. Havanın ısınmasıyla dere kenarında insanlar çıplak güneşlenmeye başlamışlardı çoktan.

Bisikletim için heyecanla 'çok sağlam!hiçbirşeyi yok meaşallaaaah!' demiş idim ama, bugün gördüm ki selesi oynak, vitesler geçmiyor, arka tekerlek hafif eğri ve lastikler inik. Olsun hallolurlar. Ve tabi seleler. Serrrt seleler. İnik lastiklerle taşlı dallı inişli çıkışlı pütürlü çukurlu orman yolunda gidince insanın kıçı BİRAZ acıyor elbet! Acımasın (daha doğrusu daha az acısın) diye de ağırlığımı arkaya doğru verince kambur sürmek zorunda kalmam yetmiyormuş gibi bir de selenin önü kalkıyordu. Olsun alışırım.

Artık ders olmayan günlerde bisiklet turu yapmaya karar verdik.




Saturday 29 March 2008

kırmızı bısiklet*

Bugün bit pazarına gittik ve başarıyla bisikletlerimizi aldık. Pazarcıların çoğunluğu Türk, sonra Arap, sonra Rus, geri kalan da birkaç Alman. Bizim aldığımız amca da Kayserili çıktı, Adem Amca, Adem Doğan. Yanında da herşeye burnunu sokan, saçları siyah boyalı bir dayıoğlu vardı. Amca bizi pek bir sevdi, İstanbul'da okuyan üç çocuğu olduğunu (hatta biri avukatmış Abdullah Yılmaz) geleceğin bizim ellerimizde olduğunu söyleyerek 'hadi artık kalkındırın şu güzel memleketimizi yau!' dedi. Amca bizim seleleri alçaltıp lambaları takarken bir alman zabıtası gelip birşeyler dedi, onun ardından bizim amcayla dayıoğlu vızıldıya vızıldıya savurdular küfürleri yarım ağızla:
'Ne istiyo gene domuuuz?'
'Yau bırak allaanı seversen yau! şerefsiz yau!'
'Bak işte kalkındırın diyorum ki bu domuzlar bize artık böyle davranamasın!'

Biz ödedik 30 avrolarımızı aldık bisikletlerimizi, ardımızdan bizi 'işte böyle sağlam durmalııı' diye kol sallayarak uğurlayan Adem Amca'nın coşkusuyla çıktık pazardan. Önce yan taraftaki otoparkta iki tur attık kontrol için. Tamam sorun yok, Güliz'in sele biraz yüksek, olsun hallederiz.
Karşımıza çıkan ilk yokuşun ortasında dilimiz sarkarak bisikletkerden indik pek utanç vericiydi. Yolda bir ara benim zincir çıktı gene yerine taktım. Bunlar dışında gayet sağlamlar. Ara sokaklardan dolanarak şehir merkezine çıktık.Bisikletlere kilit aldık ve ben de boyamak için sprey boya aldım.
Alış verişi de hallettikten sonra Rathhaus meydanında sevincimizi kutlamak için bir şarap açtık. Demlenirken demlenirken önce karşımızdan geçen 'garip' bir kadına gülümsedikten sonra Güliz'e 'bak işte bu kentte sadece deliler ve yaşlı amcalarla selâmlaşabiliyorum' dememe kalmadı, kadıncağız yanımıza gelip Güliz'den ona bir sigara sarmasını istedi. Kırk yaşında var yok. Hareketleri biraz garip, aksak. Önce nereli olduğumuzu ve burda ne yaptığımızı sordu. Almanca bir yerde durunca ingilizce devam etmesi gerektiğini anladı ve bizi kocasıyla yaşadığı evine davet etti söyleşmek için. Sonra kendi hikayesini anlatmaya başladı: Yirmi yıl evvel -herhalde bir kaza sonucu- onbir ay komada kalmış bu kadıncağız. Doktorlar yüzde yüz hasarlı kalacağını, yürüyemeyeceğini, konuşamayacağını, konsantre olamayacağını, sesinin bozuk kalacağını söylemişler. 'Ama bu yirmi yıl önceydi' diyor, 'ben tamamen düzelebileceğimi düşünüyorum'. Gayet düzelmiş de belli ki. Geçen sene de Augsburg'a yakın başka bir kentteki çok kötü bir akıl hastanesinde depresyon nedeniyle beş ay boyunca yattığını anlattı. Kocasının da alkolü yeni bıraktığından, o depresyonda kocası da alkolikken çok zor günler geçirdiğinden, habire kavga ettiklerinden bahsetti. Sonra telefonlarımızı istedi. Ben bir kâğıda Güliz'in telefonunun son basamağını bir fazla yazarak verdim. O da bize kendi telefon numarasını yazdı. İsmi Claire 'yani ışık demek' diye açıkladı. Ona yazdığım kâğıda bakıp şaşırdı ve hastanede onunla aynı odada kalan kadından gördüğü kadarıyla Türkiye'de arap alfabesi kullanıldığını zannettiğini söyledi. Ben de ona kısaca Osmanlı ve harf devriminden bahsettim. Sonra bizi arıyacağını söyleyerek gitti...
Bir süre sonra biz de kalktık, bir kahve içtik ve eve doğru yol aldık.
Sıra bisikletleri temizlemeye geldi:







1- Bu fotoğrafın adı 'teytey'. Bisikletlerimizi temizlerkene...

2- Bunun adı 'dayı'. En ilkel 'daha ne olsun canım! maskeleme teknikleri' ile maskelenen bisikletim kiremit rengine boyanmış, bandajlı, kurumayı beklerken, müfettiş Güliz Dayı'yla birlikte

3- Bunun adı da...yok bunun adı, domatis. Bu arkadaşımız konu dışı, Augsburg portrelerinden...


*bısiklet= anneannem 'bisiklet'i bısiklet diye telaffuz ederdi. (aynen havlı, dıvar, yımırta gibi...)

la bici








(1.fotoğrafta 'la bici' çıplak , 2. ve 3.de selesi kılıflı)





Bugün Augsburg Plärrer Bit Pazarına ikinci el bisiklet almaya gittik. Fakat elimiz boş döndük çünkü asıl haftasonu sabahları bisiklet satıyorlarmış bit pazarında, hâliyle yarın sabah tekrar gideceğiz. İkinci el dediğim vakit ikinci elden külüstüre kadar giden geniş bir yelpazeden söz ediyorum. Bugün bisikletimiz olacak diye öyle hevesliydik ki bu hayal kırıklığı pek bir dokundu. Biz de şehrin, bilmediğimiz sokaklarına gire gire amaçsızca gezindik.
Ben her gittiğim yerde, yakınlarda bir yerde deniz olduğuna inanmadan rahat edemiyorum. Örneğin buraya geldiğimde, esen ilk yelde deniz kokusu duyup (bilemiyoruz gerçek mi değil mi) odamın deniz yönüne baktığına karar vermiştim.(bkz.2 şubat girişli yazım)
Şehirde gezeken de sapacağım sokağı 'denize giden sokak mı merkeze dönen sokak mı?' sorusuna göre belirliyorum. Denize giden sokaklara sapıyorum. İlginçtir ki ikidir, aynı teknikle kaybolmama rağmen nasıl oluyorsa en sonunda bilmeden hep korkunç beton apartımanımızın önüne çıkyorum! Bugün de aynı şey oldu.

Eve gelince içime oturmuş olan bisiklet özlemiyle ben de kendime bisiklet yapmaya koyuldum, şimdi bitti (beş saat kadar uğraştım sanırım, adı da la bici). La bici'yi yaparken aklıma, bilgisayarın bize bahşettiği en büyük nimetlerden/lanetlerden biri olan UNDO komutu geldi. Benim epey alışmış olduğum bir nimetti kendisi ve sanki hatta UNDO yapamama çaresizliğinden korkuyordum. Fakat birkaç gündür tam da UNDOnun işlemediği şeylerle uğraşıyorum. UNDO takıntısından nerdeyse elimin de yaşadığını unutmuşum... Şimdi ellerim acıyor ve yer yer su topladı çünkü beş saat boyunca hiçbir hareketim hiçbir hatam, yok sayılmadı ya da geri çekilmedi; her ne yaptıysam -aynı hareketi defalarca üst üste yapmış olsam dahi- birbirinden her zaman farklıydı ve bir yerlere doğru gidiyordu. Duruyordu ama geri alınmıyordu.

Bunu hissetmeye geri dönmüş olmak bena tekrar iyi geldi...


(çocukluğa dönmenin yararları)

Friday 28 March 2008

Thursday 27 March 2008

kafa oyunu

Pek güzel yapımış bir 'kafa oyunu':

feed the head

Wednesday 26 March 2008

daha bitmediiiii!






Evet boş zamanlarımda çocukluğuma dönerim ben ne var! Boş zaman var! Burası bir oyunnnnnnnncak cenneti Necla! Tutamıyorum kendimi oyuncak alıyorum habire debire!Şimdi odamda, yaptığım ve yapmakta olduğum hamurdan heykelcikler, yeni aldığım 650 parçalı lego , bir hulahop, dört tane plastik (inanılmaz ince işçilik, çok iyi yapıyor bu işi bu almanlar) hayvan (su aygırı, fok, fil, tavşan), deniz gözlüğü (konuyla alkası yok ama oyuncakçıda satılıyordu), rengârenk keçeler, iplikler, kumaşklar, çıkı çıkı müzik aleti, demir kubuz (jaw's harp) (hani şu Snoopy'nin çaldığı 'biliu boing boi boi' diye ses çıkartan cihaz), bir adet balon yapma şeysi (var mı bir adı onun, hani bittikçe içine suynan detercan koyup üflemeye devam ettiğimiz) ve tüylü, içinde hışı hışı tohum olan hayvancıklarla dolu! Yuva yani senin anlıyacağın!
İyiyim iyiym neden birşeyim olsun canım!



(Bu arada Slubi'nin sevgilisinin adı ne olacak?)

Tuesday 25 March 2008

lego saati




Ev hanımı oldum ben artık.

Augsburg Ostfriedhof




Augsburg Ost'dan iki fotoğraf. Dün dört saat yürüyüş yaptım. Hani kaybolayım diye. Kayboldum da üstelik parklar ormanlar arasında. Hep aynı yöne doğru yürüdüğümü zannederek nasıl oldu da en sonunda şehrin batısında bir yerlere çıkmayı başardım bilmiyorum. Üstelik makinamın pili de bitti kuğulardan sonra.
Yürüdüm, ağaçları dinledim uzun uzun (bayağı konuşuyorlar!) ama ne anlattıklarını kimmmseye söylemeyeceğim.

deviantart ekauntum (yeni)

Sunday 23 March 2008

bu kim bu?





Bu sabah yataktan kalktığım anda aklıma geleni yapmak ihtiyacı duydum...da adı ne bunun şimdi?

işte almanya




Augsburg'u geziyorduk. Ordan oraya geçiyorduk. Karşımıza bir park çıktı ve ben kaydıraktan kaymak istedim ama karşımda duran tabelaya bakınca...


İşbu tabelada yazanlar, Almanya'nın özüdür:


Özel Çocuk Parkı

Bu parka sadece 14 yaşın altındaki çocuklar girebilir.

Park saat sabah 8.00'dan hava kararana kadar ve en geç 21.00'a kadar sadece bu bölge çocuklarına açıktır. 12.00 ile 14.00 arası öğle tatilinde oynamak yasaktır.

Futbol oynamak yasaktır.






:(

Augsburg 22 Mart günü







1 Rathaus meydanındaki alman gençler

2 Rathaus parke taşları

3 Bir parktaki taş bankların ayaklarından biri

4 Barok museum'un arka bahçesindeki heykel detay (yok hayır meryem ana değil)

5 ...

Spielzeugmuseum München






1 2'nin açıklaması
2 1920'lerde insanların uzaylı tahayyüllerinin ürünü oyuncaklar. Pembe Marslı hermafrodit adamlar ellerinde İkinci Dünya Savaşı'ndan kalma süngülerle...
3 Daha sonraları başka bir adamın daha gerçekçi olarak düşündüğü ama korkunçluğu görüldüğü üzre fiyaskoyla noktalanmış oyuncak ayı tasarımı.

Spielzeugmuseum München







1 İngiliz Teddy Bear
2 Fransız Teddy Bear
3 Amerikan Teddy Bear
4 Kibrit sürteci, yakacı ne denir ona allahaşkına??

Münih'teki oyuncak müzesinden fotoğraflar. İki kat yalnızca Teddy Bear'in nasıl ortaya çıktığının tarihi mevcut. 1900 başlarında ilk Taddy Bear'ler çıkyor. Her ülkedeki versiyonları da başka. Teddy Bear ismi ise Theodore Roosevelt'in kısaltma ismi olan Teddy'den geliyor: 1902 senesinde ilk oyuncak ayılar üretilmeye başlanmış. Aynı seneler Mississipi ve Louisiana arasında sınır kavgaları var. Roosevelt başkan ve ayı avına çıkmaya bayılıyor. Eyalet sakinleri Roosvelt'e bir ayı avı ziyafeti sunarak onu taraflarına çekebileceklerini düşünüyorlar; hatta av sırasında, başkan hedefi kaçırmasın diye zavallı minik bir ayıyı boynundan iple bağlıyorlar ama Roosevelt beklenmeyen bir tepki göstererek bu durumdan tiksinmiş gibi kafasını diğer yana çeviriyor ve "eğer bu hayvancağızı öldürürsem çocuğumun yüzüne bir daha asla bakamam" diyor. Bu sahneyi çizen karikatürist Clifford Berryman bu sözün yerine politik bir ironiyle 'Burası Misisipi sınırı' (bu yüzden hayvancağızı vuramam) yazıyor. Karikatürde çizdiği ayı figürü okuyanları öyle ürkütüyor ve etkiliyor ki bundan böyle çizdiği her Roosevelt karikatürüne bir de ayı iliştirmeye başlıyor. İşte Teddy Bear de burdan çıkyor.

Bir de seksen yaşlarındaki bir adamın bir dergiye gönderdiği pek muzip mektubu da tercüme etmek istiyorum:


2 Haziran 1984


Efendim,

National Trust mecmuasının 1984 yazı 42 numaralı nüshasında yer alan ilâna cevaptır.

Çocukluğumun ilk yıllarından kalan oyuncak ayım hâlâ elimde ve ben seksen yaşımda olduğuma göre o da benden pek daha genç olmasa gerek. Her ne kadar genel itibariyle iyi muhafaza edilmiş olsa da, onun da hepimizin mutlak kaderi olan yerinde hafif bir kelleşme söz konusu; tüyleri bir parça karardı fakat şüphesiz ki bir banyoya hayır demeyecektir. Şahsi takdirime göre kabilesinin sonraki nesillerine nazaran daha mütebessim ve ilginç bir çehresi var. Portsmouth kasabasının tersane muhitinden gelen bakıcımın diktiği denizci forması hâlâ üzerinde, çorap ve pijamaları da duruyor. Kendisi bir yuvaya muhtaç çünkü korkarım çoğunluğa katıldığım zaman faillerim, kuvvetle muhtemel ki parasal değerden yoksun olduğu gerekçesiyle ona çöp kutusunu layık göreceklerdir. Ne dersiniz?




Saygılarımla
E.A.K. Ridley

Saturday 22 March 2008

güliz'in gözünden gökçe


oyncak






1 Amöbe - Amip

2 Kaulquappen-Familie - kurbağa yumurtası, uzuvsuz iribaş, çift uzuvlu iribaş ve iki çift uzuvlu ve kuyruklu

3 Aile pozu

4 Der Krake - Ahtapot

5 Mausebär - (türkçesini bilmiyorum 'fare ayısı')

Friday 21 March 2008

'THE REVOLUTION CAN NOT BE TELEVISED'

Bilinmesi gerekenler...Chavez belgeseli

eski





Augsburg Barok Müzesinde, en barok olduğu için insan nefesiyle bile temas ettirilmeyen odada yaşayan yüzyıl yaşındaki ayna beni yerken.