Saturday 31 May 2008

neobalkan film müziği

Okulumuzun (FH) geleneksek Mich und Honig festivalinde katılmış olduğum sound workshopunda kıçımdan ataraktan ürettiğim müzik. Film ve tiyatro müziği de yapayom ben bari. Tabi Benjamin.





Bünyamin bize iki adaçayı, büyük olsun...Ha bi de içine bi dilim limon at be canım

Friday 30 May 2008

fi






1-gece odam
2-the beyaz kelebek
3-sellyoursextape.com

Thursday 29 May 2008

örümböcekler







1- Evimin içindeki eski bir malikâne
2- Genç örümböcek evini bizlere açtı (sanmamalı nedense makinayı farkedince içeri odalara kaçtı kendisi)(yok canım flash kullanır mıyım hiç!)
3-Augsburg ve dev örümcböcek

karagöz hacivat tasvirleri

Efendim nerdeeeen nereye. Bugün bulogerliğim üstümde. Yemek yerken (ha bu arada yemek keşfettim: sebzeli sosis yemeği, çok basit! Soğanı yağda az bir kavur, içine soyulmuş dilimlenmiş domatisi at, sonra pişme hızına göre hesapladığımız çap ölçüleriynen kestiğimiz -misal patates geç pişer küçük kesmeli, kabak çabuk pişer büyük kesmeli ki dengelensin- havuç, patates, tatlı biber ve kabakları ve de üzerine minik sosis parçalarını da atıyoruuz, üzerine de 2 3 bardak su koyuyoruuz ve hafif ateşte, kabaağı kabalı olaraktan bişmeye terkediyoruz) birşeyler izliyeyim diye dizilere bakayım dedim ve sitede 'Çok Güzel Hareketler Bunlar' diye yeni birşey gördüm. Bu isim önce bana Engin Günaydın'ı hatırlattı, ardından Tolga Çevik çağrıştırdı ve meğer yaklaşıyormuşum, Yılmaz Erdoğan'ın çaylaklarının gösterisiymiş bu. Fena değiller naçizane ama ben fikri zekice buldum asıl. Çaktırmadan tiyatro sahnesini televizyona taşımış ve aslında insanlara tiyatro seyrettirmiş oluyor Yılmaz Erdoğan. Bu iyi birşey gibi geldi bana çünkü dedim ben olsam, seyredip seyredip beğensem bu olan biteni, ardından gidip sahnede izlemek isterim. Bu iyi bir yönlendirme işte!
İlk bölümü kapatırken Yılmaz Erdoğan, Karagöz Hacivat'tan bir alıntı yaptığını belirterek şu satırları okudu ezberden:

Perde kurduk ışık yaktık
Başlayan bir gazeldir
Hüner değilse de dünyaya gelmek
Ne de güzeldir
Marifet, oynayan kim oynatan kim bilmededir
Gölgede solmadan açmayı becerebilmededir
Sürç-i lisan ettiysek aşk ola


Burdaki aşk ola hakkaten aşk ola mı, yoksa affola da Erdoğancası mı aşk ola kestiremedim, bilemedim. Ama deyiş içtenmiş evet...

Ben de bunun üstüne Karagöz Hacivat araştırdım az bir. Genelde aynı bilgiler var ortalıkta. Ezel Akay'ın 'Hacivat ile Karagöz neden öldürüldü?' filmindeki hikaye en çok rivayet edilen hikayeymiş. Yani bu ikisinin, Orhan Gazi zamanında yaşamış,gerçek isimleri Halil Hacı İvaz ile Kambur Bâli Çelebi olan, Ulucami'in inşaatında çalışan, tembel ve nüktedan olup diğer işçileri de eğlendire eğlendire işten alıkoydukları ve inşaatın bitimini geciktirdikleri için başları vurulan inşaat işçileri oldukları hikayesi (bir rivayete göre de Karagöz'ün başı vurulmuş, Hacivat ise Hacca giderken yolda ölmüş). Padişah daha sonra bunu yaptığına pişman olup çok üzülünce Şeyh Küşterî de, onu teselli etmek için başındaki sarığı çıkarıp perde diye germiş, bu iki adamın gölge oyununu yapmış padişaha. Başka bir rivayet, Karagöz ile Hacivat'ın Çin'den, bir diğeri de Hindistan'dan geldiğini savunuyormuş.Burada yazıyor hepsi.

Karagöz oynatıcısına 'hayalbaz' ya da 'hayalî' denirmiş. Hayalbaz, 'tasvir'lerini kendi yapar kendisi oynatırmış, çırağı da yeri gelince tef çalar, yeri gelince şarkı söyler, tasvirleri değiştirmesinde hayalbaza yardımcı olurmuş. Tasvirler şeffaf deriden, mümkünse deve derisinden yapılırmış. Eskiden deve derisini temizlemenin yöntemi farklıymış tabii: deriye taze köpek boku sürülürmüş son kalan tüyler de gitsin diye. Fakat sadece taze köpek boku işe yararmış, bayatlayınca artık çok geç olurmuş. Bu nedenle de taze köpek boku bulup tabakhanelere aceleyle koşturan adamlarla doluymuş etraf, işte buradan gelirmiş 'tabakhaneye bok mu yetiştiriyorsun' lafı.

Bu bulduğum site, hâlâ tasvir yapıp oynatan Emin Şenyer isimli bir hayalîye ait:

http://www.karagoz.net/






Pek güzel ve ince işler.
Birkaç tanesini koyacaktım ama özellikle rica etmiş izin almadan koymayın diye o yüzden link koyuyorum. Hayalbaz Emin Şenyer'in Portekiz Kukla Müzesi'ne sattığı tasvirler:


http://www.karagoz.net/karagoz_hacivat_portekiz.htm

cahıl miyem kör miyem, ben neden görmiyem?

Bugün dergi tasarimi dersi vardi. Evet bu sefer türklük yapıp son güne bıraktım herşeyi. Öyle de yavaş çalışıyorum ki...
Herneyse.
Asıl sorun yavaş çalışmak değil. Ne yapacağımdan emin olamamak.
Ne göreceğimi bilmiyorum mesela. İki fontun birbiriyle kullanılabilmesi için neyi görmeliyim? Sayfanın layoutunu öyle değil de böyle yapmak için ne nedenim var? Dergiyi okuyucu gözüyle görmek ne kadar zor mesela. A sanki kaslarım felç olmuş gibi hissediyorum bunları düşünmeye çalıştıkça. Araştırma? Yapmaz mıyım! Hem kütüphaneden hem de internetten araştırıp durdum; zaten belki de o sayede çıktı birşeyler. Yeterli değil ama...çok sallantıda ve rahatsız hissediyorum çünkü.

Frost gelip sayfalarıma baktığında bana dedi ki "Şimdi bir fontun diğer bir fontla birlikte kullanılabilir olup olmadığını nerden anlıyoruz?..Hmm yazı kategorilerini biliyor musun?"
Hayır dedim.
"Hmm genel olarak anlatayım sana" dedi anlattı çok kısa ve sonra ekledi "...daha derine inebilmemiz için kategorileri bilmen gerek"

A ÖYLE APTAL VE CAHİL HİSSETTİM Kİ!
Bizim ülkede yok hocam o! kategorisizler fontlar bizde!
Biz sadece serifli, yarı serifli, serifsiz harf biliriz. İki kalınlıklı, tek kalınlıklı, üç kalınlıklı harf biliriz. O kadar!

Büyük farklar bunlar tabi, burda üniversitede herşeyin temelini öğreniyorsun ve birşeyi dört bir tarafından sarıyorsun: teorisi, tekniği, pratik tecrübesi, denysel keşfi. Hepsini okulda alıyorsun dolayısıyla okuldan çıkmadan dahi tasarım yapabilir, dışarda çalışabilir durumdasın zaten.

Ben eminim bizim okulda hiçbir hocanın typeface categorization'larını bilmediğine. Bilip de öğetmiyorlarsa o zaman onları çöpe atmak gerekir zaten.
Ben tabi şimdi internete dalıp öğrenmeye çalışacağım Frost'un neden bahsettiğini.

Frost en azından, tesadüfen iyi bulduğum iki font kombinezonunu doğru buldu ve neden doğru olduğunu anlattı:

"İki fontun birbiriyle kullanılabilmesinin birinci şartı, iki font arasında belirgin bir kontrast olması, ikinci şartı ise aynı zamanda ortak noktalarının bulunmasıdır. Mesela şu senin seçtiğin iki fonta bakalım (metin için Adobe Garamond, başlık için Chaparral Bold kullanmış idim): İkisi de serifliler evet ama chaparral'ınkiler epey belirgin, bu bir kontrast yaratabilir...aynı zamanda bak mesela a'ları benzer, ikisinin de rönesans tipi 'a'ları..."

Ben MSGSÜ Grafik Bölümü'nde iki fontun birbirine uyup uymamasıyla ilgili olarak sadece şunları duyduğumu biliyorum:

"olur mu yauuu bu fontla bu olur mu allah aşkına! yani! göz var yau!"

ya da

"hmm bu daha iyi evet boşlukları da şey...o diil yok yok, baksana şuralar filan...evet bunu yap"


...



Sonra Talita elindeki kitabı gösterip 'bu kitap benim gibi yazıdan pek anlamıyan biri için çok iyi' dedi. İngiltere'den almış, ben de derhal Amazon'a ısmarlamaya karar verdim kitabı:

The Elements of Typographic Style
Robert Bringhurst





Ve bir de acı bir şekilde komiğime giden* şey bu kadar az bildiğim birşeyi yapmak istiyor olmam tasarım alanında...yani daha doğrusu tam tersi: tasarım alanında yapmak istediğim şeyi bu kadar az biliyor olmam acıtarak gıdıklayan şey.
Bizde işi deneyerek yaparsın ya hani, yapa yapa öğrenirsin, Avrıpa'da kardeşim,
önce o şeyle ilgili bilinen ne varsa A'dan Z'ye öğrenip öyle deniyorsun ve herhalde Avrupa'daki zaman biriminin içinde Türkiye'dekinden daha fazla zaman var ki tüm bunları yapmaya sakin sakin vakitleri oluyor.


...çünkü hani bizde kimsenin zamanı yoktur, herkes bir acele bir telaş ama sonra kimseden ses çıkmaz...ne yapar o acele eden insanlar acaba? var mı yaptıkları bi bok? varsa bana, 0049 26374228425456999999 numaralı telefondan söyleyin lütfen.

Danke.










*hahaha VS ühüü

penceremden gökyüzü yine


anı fotoğrafları





anı fotoğrafları





Tuesday 27 May 2008

dikişler

Bu arada dikişler





(yeşil değilmişler ayol! Yeşil olan Yufus'unkilerdi sanırım)

minik kaleidoskop




Bugün Augsburg'u gezdim gene. İki ay sonra dönecek olma fikri yavaş yavaş ayağımdan saç diplerime, saç diplerimden ayağıma gidip geliyor elektrik misali. Pek sıkıntılı. Terk mi ediyoruuuum, terk mi ediliyoruuum.Hangisi daha fenaaaa..Aslında ikisi de tabi. Küçükken kandırırlardı 'üzülme geri gelirsin canım kaçmıyor ya!'. Kaçmaz mı canım! Bırak da ağlasın çocuk, sonradan çıkmasın anksiyetesi...
Neyse...

Hava çok sıcaktı, Augsburg çok güzeldi. Bir sürü 'ANI' fotoğrafı çektim. Yani 'FOTOĞRAF' çekmeye çıkmadım 'ANI' çekmeye çıktım. Sanki şimdiden anı olmuşlar gibi baktım çektiğim her fotoğrafa çektikten sonra. Az mazoşist değilim tabii orası öyle. Keşfetmediğim yeri, görmediğim karanlığı, duymadığım sesi kalmasın diyen tiz bir kız sesi çınladı durdu kulağımda. Eve döndüm sonra ve eski Augsburg'un sokaklarını bırakıp da eve dönmek bile kötü geldi.


Neyse Gökçe sus...Ne var bu akşam dolunay mı allaaaşkına??

Saturday 24 May 2008

katil peynir tenekesi

Dün gece çok güzel bir caz konserine gittikten sonra, Kara Koyun Bar'daki Balkan ve Rus müzikleri gecesinde göbek attık. Birkaç münasebetsiz Türk'le tanıştık. Sabahın beşinde saçma sapan bir bardaydık. Ben saat beş buçuk gibi bir kendime gelip eve yürümeye başladım. Altıda evdeydim. Uyudum, uyandım, saat ondört olmuş. Şöyle büyük bir kahvaltı hazırlıyayım da yiyelim Güliz'le diye düşünerek işe koyuldum. Domatesleri kestim, biberiyeli salata yaptım. Sonra yeni aldığım küçük peynir tenekesini açayım dedim. Yarısına kadar açılıp kaldı, ben de çekinerek ve içimden "kesin bir yerimi keseceğim ama" diyerek yarı kıvrılmış teneke kapağa bastırmaya başladım, 'vırt' diye kaydı elim, "hah kesin bir yerim kanadı bakalım" diyerek elimi bir döndürdüm ki gördüğüme inanamadım. Baş parmağımı işaret parmağıma bağlıyan yumuşak kısmın ortasında bir ağız açılmış şakır şakır kan tükürüyor. Kendi kendine konuşan bir insan olduğum için 'Hassiktir!' dedim yaraya, 'n'apıcam ben şimdi bunu?'. 1,3 cm kadar bir kesik ama içimi gördüm, karanlıkmış içim. Yarayı gördüğüm anda aklıma gelen ilk şey Kenan ve kolu oldu. Ona da bir sefer daha üzülmeyi ihmal etmedim. Gittim soğuk suya tuttum yarığı, tuvalet kağıdı sardım ama nafile. Güliz'i aradım, geldi. Zar zor baktık yaraya ve dikişe ihtiyaç duyabileceğine karar verip, aniden çıktık dışarı. Doğru hastaneye. Amca şöyle bir baktı yarığa 'yat' dedi. Sonra sanırım bir yaranın içine, iki de çevresine olmak üzere üç yere iğne yaptı. Ahh onlar acıdı işte. Beş dakika sonra baş parmağım ve işaret parmağım uyuştu. Amca yaraya üç adet dikiş attı. Dikiş iğneleri de acıttı biraz ama olsun. Sıkı sıkı sardılar elimi kangren edecekmişcesine. Şimdi iğnenin etkisi geçiyor yavaştan, ağrımaya başladı. Sol elim üzülüyor sağ elim için, telaş içinde onun işlerine de koşturuyor. Yazık yavrum.

Bugün sadece bu oldu.



(Aaaaah ağrıyo bu yahuuu)







1- Katil. Markası da GAZİ!
2- Elcağız
3- Elcağız ve Güliz

gene daha da

daha da çürüdü

Thursday 22 May 2008

Gazi Yoğurt %10 fett

Bu dünyanın en lezzetli yoğurtlarından biri efendim. Süt süt. Kar kar. Yumuşak Yumuşak. Taze Taze. Serin serin. Üstelik Almanya'nın Türk dünyasına ithaf edilmiş beş hilâli de var! bir, iki, dört evet beş hilâl.


Duk'tan Gökçe

Bu da, burdaki arkadaşım Duk'tan benim skeçim:






Duk'un çizimlerini beğeniyorum ben. (Burdaki örnekten değerlendirmemeli tabi)
Sağlam bir eli ve gözü var. Özellikle de yüz ifadelerini gayet iyi beceriyor. işte blogları ve diğer çizimleri.


http://schlaefercharlieunddaskraut.wordpress.com/

Gökçe'den Duk

Gökçe'den Duk skeçi

illüstrasyon dersi skeçleri

Elimin epey gerilediğinin kanıtları olarak:






Rüya birikintisi

Evvel zaman içindeki rüyalarımı yazacağım öğretmenim:

(Dün geceki rüyamdaki imgelerin nerelerden olduğunu çok net hatırlıyorum, onları da yazacağım ve böylece göreceğiz bilincimin altına neler yerleşiyor sinsi sinsi)

Dün gece bir rüymada, Ekin'le Ankara(1)'dayız ve ben Anıtkabir(2)'i uzaktan görüp Ekin'e 'hadi Anıtkabir'e de gidelim, ben çok küçükken gelmiştim' diyorum. Anıtkabir dediğim yer daha ziyade Japon çatılı yapılar(3). Yukarı meyilli bir toprağa inşa edildiği içün kuş balışı kroki gibi görünüyor binanın nereye doğru gittiği. L biçimli bina, sonra avlu, sonra gene T biçimli bir bina, gene avlu diye gidiyor planı. Benim aklıma gelen parlak fikirle biz içeriye, çatıya tırmanıp ilerleyerek varmaya karar veriyoruz. Tırmanıyoruz yukarıya fakat ilerlemek öyle zor ki ve çatı(4) öyle yüksek ki. İncecik noktalara koymak zorundayız ayaklarımızı, ince sivri köşelere tutunuyoruz bir yandan ve aşağıyı gördükçe ben öyle korkuyorum ki(5). Rüzgar var, aşağısı çok aşağıda ve birçok insan var. Ekin bir süre sonra bana kızmaya başlıyor: "Bravo Gökçe! Harika bir fikirdi va ölücez burda!" Sonrasını hatırlamıyorum ama epey ürkütücüydü.



1. Dün saçımızı kestirmeye gittiğimiz türk kuafördeki üç kadından en tatlı ve iyi yürkli olanı Ankaralı idi

2. Dün youtube'da tesadüfen, Türkiye'de yasaklanmasının sebebini teşkil eden videolardan birine rastladım. Tipik işte, Atatürk kafasını maymun vücuduna koymuş, türkü söyleyen goriller vesaire

3. Roland Barthes'ın Göstergeler İmparatorluğu'nu okumaktayım

4. Youtube'da FedEx reklamlarını seyrederken yanlışlıkla birinin kendi kendine yapıp youtube'a koyduğu reklamı izledim. Harry Potter filmlerinden birinden alınmış bir sahne vardı. Harry Potter çatıda, yarı kuş yarı ejderha bir canavardan kaçmaya çalışıyordu ve yaratık da çatının koyu yeşil kiremitlerine tırnaklı pençelerini geçire geçire Herry Pıtır'a yaklaşıyordu. Hatta ilgimi çekti, kuş tırnağının kiramit üstünde gezerken çıkardığı sesi de itinayla koymuş olmaları.

5. Geçen gece Kenan'la vertigodan bahsettik





Dün gece gördüğüm bir diğer rüyada gece vakti bir ormandayım. Ormanın ortasında Paris'te gördüğüm çiçekçilerden var; birçok çiçek, bitki, toprak, ilaç vesaire satan. Ben dükkanın arkasındayım. Kendi kendime düşünüyorum: "e burası orman zaten, ayaklarımın altı tamamen toprak. neden insanlar dükkandan para ödeyip de alıyorlar ki toprağı? enayiler mi? burda var toprak zaten. ama belki de dükkan sahipleri, bu toprakta birşey yetişmeyeceğine emindirler". Dolandığım yerde dükkandan atılmış çuvallar, karton parçaları gibi çöpler var. Etraftan yaşlı berduştlar ve çingene kızlar geçiyorlar. Ben de berduştum sanki. Üzerimde pardesü var. Sonra, önümde duran kartona işesem ne olur diye düşünüyorum. Çok düşünmeyip, itinayla bir köşesine çiş bir köşesine kaka yapıyorum. Sonra arkamdan birileri geçiyor gidiyor, ben kalkarken pardösümün kenarına kaka bulaşınca, yerde bulduğum bir kağıt parçasıyla kakayı kazımaya uğraşıyorum. Tam o sırada uyandırıldım.
(ay. öldürüldüm diyormuşum gibi hissettim bir an)


Geçen geceki rüyalarımdan birinde gene Ekin'le, külüstür bir otobüste gidiyoruz. Beyaz bir otobüs, şu Into the Wild'deki magic otobüse benziyor, paslı paslı. Otobüsün içinde birçok kadın var. Varmakta olduğumuz kentle (İzmir diye geçiyor rüyada) ilgili konuşuyorlar kendi aralarında. Yağmurlu karanlık bir hava var. Deniz taşmış, çamurlu suyun içinden geçiyoruz. Kadınlardan biri, buranın eskiden böyle olmadığını anlatıyor. Şoför biraz garip bir adam, bir süre sonra bir lafa alınıp mahallenin birinde otobüsü sağa çekip inip gidiyor ve kayboluyor. Biz tüm otobüs, şapşal şapşal etrafımıza bakarak bavullarımızı toparlayıp kalacak yer aramaya başlıyoruz. Burası Teşvikiye'nin arkalarındaki mahallelere benziyor. Bitişik nizam eski beton apartımanlar var. O sırada iki apartıman arasındaki yukarı eğimli boş arsada alevler görüyorum: Bir adam, Eski Roma devrinde Colosseum'da yapılan atlı araba yarışlarında kullanılan o yuvarlak hatlı tek kişilik arabalardan birini çektiriyor bir ata. Araba yanıyor, ayrıca araba önde at arkada; yani sanki araba atı çekiyormuş gibi bir pozisyondalar. Adam arabanın üstünde değil atın yanından yürüyor. Atın toynaklarının altını görüyorum kanıyor ve cılk et. Hayvan daha fazla çekemeyecek belli. Kişneyip duruyor şaha kalkıyor. Adam bir tane daha patlatıyor elindeki sopayla, at son kez şaha kalkıp yere yıkılıyor ve ben ağlamaya başlıyorum. İçim çok kötü oluyor. Etrafımdakiler buna neden bu kadar ağladığıma bir anlam veremiyorlar, ben de onların anlam verememesine anlam veremiyorum ve ağlamaya devam ediyorum. Sonra evlerden birinden bir oğlan çıkıyor. Tekinsiz bir tip. Bizi evine alıyor. Fakat hissediyorum çocuğun gözü bende ve çok tedirgin oluyorum bundan. Habire Ekin'in koluna yapışıyorum, Ekin hiçbirşeyin farkında değil. Çocuğun ailesini, kafasını düşündükçe içim kapanıyor. Hani sanki beni zorla alıkoyup bir yere kapatacakmış da bir daha çıkamayacakmışım gibi hissediyorum. Sonrası yok rüyanın.

evet

Ne diyorduk. Evet...
Geçen gece gene dizimi vurdum beton bir köşeye. Bu sefer, Augsburg'daki üçüncü sefer, yirmibeş yılda kaçıncı sefer kim bilir. Hep aynı dizin aynı tarafı. Bu bir takıntı mı? İhtiyaç mı? Regresyon mu? Tansiyon mu? Promasyon mu? Şemşiye mi? Kalanizasyon mu? Benjamin mi?

Kaçtı tamam evet.



Fakat bu arada Mösyö Öberjinn yaşlandı!








1- çürük dizim

2- sol üst köşede demir kopuzlarım, sağ üst köşede dört kurbağ aşamasının en küçük kurbağası duvardan etrafı izliyor, sol aşağıda 'çocuk'un çantası, sağ alt tarafta bozuk holahopum, ortada 'çocuk' ve pedalında uyuyan ben

3- yaşlandı Mösyö Öberjinn, dalları bastı kiraz. Yaşlandıkça daha da asabi oldu kendisi.

bugün tatil perşembe/katil balina

İşte şimdi bu oda tatil köyü gibi koktu nedense.
Bisikletim ve ben oturuyoruz.
Ben mesela eskimiş çayı tuvalete döküp sifonu çekmemeyi seviyorum. Sonra herşeye rağmen Fazıl Say'ı da seviyorum. Aslında onda asıl sevdiğim kafasının içinde, kandisiyle birlikte yetiştirdiği fantastik dünya. Herkesin fantastik dünyası başka başka oluyor. Bazılarınınki derine inemeden diğerlerininkilere benziyor. Bazılarınınki öyle cesurca kararıyor ki girmeye ya da çıkmaya korkuyorsun. Bazılarınınki de soluk yeşiller, griler , gri maviler ve soluk kırmızılar kullanmasına rağmen çocuksuluğunu koruyor; işte Fazıl Say'ınki bana tam da böyle geliyor. Kara toprak albümünde zaten belirgin olarak hissediyorum ama Bach ve Mozart yorumlarında da görüyorum aynı dünyanın çekingen çekingen ışıdığını.
Hava gene dijital gri. Parçalı bulutlu olacağı yazıyordu ama bu bulut tek parça Augsburg'un üzerinde. Güneş olmayınca insan hemen nasıl da intihara meyyel oluveriyor. Bence bitkiden farkımız yok duygusal olarak, onların da güneş görmeyince kafaları karışıyor. Güneş olmadığı her zaman böyle değil tabii; başının üstünde uçuşan sıkkın görünmez sinekleri savuracak kuvvette bir rüzgar olduğu zaman gene intihara meyyel hissetmek gelmez içinden. Yoksa bu ışık çok güzel bir ışık. Güneş gibi arsız değil. Sakin, kararlı, hassas, sağlam, olgun, düşünceli ('düşünmekte olan' anlamında), derin. En komiği de ben burda bu kelimeleri savururken ve savurdukça daha da ağırlaşırken, o derin, olgun, vakur bulutların üç santim yukarsında pırıl pırıl güneşin altında beyaz bulutların birbirlerine sürüne sürüne gülüşüyor olmaları. Avrupa'nın laneti. İnce bir satıh gri bulut her zaman ayırıyor yerle güneşi. Bu komik birşey. Uçakla günlük güneşlik bir yolculuk yaptıktan sonra Münih hava alanına dokunmak üzere alçalmaya başlayınca herşey değişiyor: o güneş üst katta kalıyor, biz alt kata iniyoruz mecburen. Dur kendime bir çay koyayım.

Saturday 17 May 2008

mösyö öberjinn





1- Beyaz Oberjin
2- Mösyö Öberjinn

kepşıns

- Sabah birden Chopin valsleri dinleyince canım gene piyano çalmak istedi. Ah şurda bir piyanom olaydı...Konservatuvar? E cumartesileri kapalı elbet...

- Dün bir saat tempolu yürüyüp üstüne kırk dakika koştum ve amladım ki benim rahat rahat koşabilmem ve kendimi zorlayacak güce sahip olabilmem için koşu öncesinde bacaklarımı ısındırmam ve nefesimi ritme almam gerekiyormuş. Öncesinde bir saat hızlı yürüyünce rahat rahat koşabildim, ölmeden yorulabildim. E çok sevindim bunu keşfettiğime tabii ve ertesi gün de devam etmek için can atar oldum. Sonra eve bir geldim ki sanki sağ dizimde bir ağrı, bir içine doooğru çekilme, bir tuhaflık, sanki içi s›cak su dolu bir balon hissi dizimin içinde. Gel gör ki halen sürmekte. Önce s›cak tutmal›y›m diye düflünürken bir anda sanki aynı hissi duyduğumda babamın ya da birinin bana 'sıcak sakın! soğuk koyucaksın' dediğini duyar gibi oldum. Sesler duyuyorum evet. Ben de, aylardır buzluğumda durmakta olan, muhtemelen çürüdüğünü kendine bile itiraf edemeyecek hâlde olan, buz ve kar tutmuş nohut torbasını oturttum dizime. Bakalım...

- Sabah dizim ağrıyaraktan Aldi'ye gidip ekmek ve de BİYO yumurta aldım. Bu bio fikri bana hep bir garip geliyor hazmedemiyorum, suratım ekşiyor. Hani, hayvanlar bitkiler kendi doğal topraklaı›nda doğal doğal beslenirken sen alıp onları fabrikalarda üretmeye başlıyorsun gene 'insan için' diye, sonra sağlıksızlaşmaya başladılar mı da tee zamanın en başından beri aslen onlara ait olan şartları tekrardan yaratmayı yeni ve alternatif birşeymiş gibi sunuyorsun! Oyun oynuyor bunlar yauu! Ayrıca burda yanlışlıkla aldığım tüm bio malzemeler inanılmaz tatsız, bir garipler...

- Örümceğim öldü. Belliydi ama. Tuvaletten çıkmıyordu, e tuvalete de hiç sinek gelmiyor ki! Asıl benim penceremin önü, masam sinek doluyor. Yazık, büzülmüş de düşmüş banyonun kenarına, yıkanmaya girince ben, suyla akıp gitti cesedi. Ama şimdi geleck nesillere bakmalıyız! Daha Paris'ten döndüğümün ilk günü aceleyle yatağımın kenarından geçen minik kızımız! Mini mini bir örümcek kendisi henüz. Zeki de üstelik. Vızır vızır tüm odayı gezdikten sonra en iyi yere dükkan açtı. İki gündür pencerenin önünde aynı yerde duran su bardağımın üstüne ev örmüş. Ben de kıpırdatamıyorum şimdi o bardağı ordan tabii. Hem annesi öldü bari yavrusu ölmesin diyerekten, hem de düşününce kim bilir kaç bin yavruyu öldürüp alt edip kaçmayı başarıp hayatta kalabildi; buna saygı duymak gerek...Hmm şu an ortalarda yok, herhalde alışverişe gitti. Ben de masaya düşmüş birkaç küçük ölü sineği bardağın içine attım gelince sürpriz olsun...

- Geçenlerde göle gittim. Göl suyu musluk suyu. İçinde büyük küçük balıkların, bekçi gibi kanatlar arkada gezen bir çift kuğu, çenesi düflük ördekler ve insanlar var. Ha bir de küçük sinekler tabi. Saat akşam yedi falandı, ikinci kez yüzsem mi yüzmesem mi diye ayak bileklerime kadar suya girmiş düşünüyordum. Minik kurbaga yavruları, suya dökülmüş mürekkep damlaları gibi dalgalana dalgalana dolanıyorlardı. Genellikle minik taşların aralarına kafalarnınsokup orada öylece duruyorlar. Acaba hava kabarcıklarını mı yiyorlar? Neyse ben de düşündüm ki eğer orda yeteri kadar hareketsiz durursam, bu minik karabaşlar bana da taş muamelesi yapabilirler. Nitekim birkaç dakika sonra bir tane mürekkep damlası geldi ve ayağımın kenarına burnunu deydirip deydirip kaçtı. Onun ardından iki tanesi daha, sonra bir üç tanesi öteki tarafa, sonra başka bir üç tanesi öbür ayağıma geldiler. Pek şekerdiler. Ben de olduğum yerde durup, burunlarını minik minik ayağıma dokundurup kaçmalarını izledim. Fotoğraflarını da çekeceğim.

- Bu arada o geveze ördekler konuşmadıkları zaman kıyı kenarlarında gagalarını taşların aralarına aralarına sokarak onları yiyorlar sanıyorum...

- Hava da bir garip. Açık ama değil. Güneş yok ama yağmur bulutu da yok. Yani güneş var da nerede acaba...gibi...

Friday 16 May 2008

Tuesday 13 May 2008

Rüyada Werbung* görmek

Teşvikiye'deki evde pencereden dışarı bakıyordum. Yan apartımanın kapıcısı dahil tüm sakinleri kendilerine bir eğlence düzenlemiş eğleniyor, kahkahalar atıp bağırıyorlardı; apartımanın önüne kırmızı bir trambolin germişler, onun üstüne çıkıp yükseklere zıplayıp epey havada kalarak tekrar iniyorlardı. Birkaç genç çocuğun üzerinde daha da yükseğe çıkabilmek için tasarlanmış kırmızı deri kılıklar vardı; bu kılıklar iki bacağın birlikte içine girdiği ve belde bağlanan tek bacak pantolon gibi birşeydi. Kollarını da uçak gibi açık tutacak bir destek vardı arkalarında ve hakikaten de baktığımda bana vertigo hissettirecek kadar yükseklere, bulutların arasına kadar çıkyorlar, orada bir süre asılı kalıp çığlıklar atarak aşağıya inip tekrar zıplıyorlardı. Onları izlerken gözüm karşı çaprazdaki yüksek duvarlı ve parmaklıklı bahçenin dışında, birbirlerinin üstüne çıka çıka bahçeyi görmek isteyen insanlara takıldı. Bahçede de bir o kadar insan, yere yatırılmış bir ineğin etrafında toplanmıştı. Ben ineğin sadece arka bacaklarını ve kalçasının bir kısmını görebiliyordum; tam baktığım anda ineğin ayakları kasıldı ve ineği o anda kestiklerini anladım. İçeri anneme bağırdım: "AA ANNE! BUGÜN KURBAN BAYRAMI! SAKIN BURALARA GELİP DIŞARI BAKMA"
Sonra bir anda salonda bizim asistan Sinan belirdi, suratında müstehzi bir
gülümsemeyle arada bir bana bakarak gazete okuyordu. Bense yan apartımanda olan eğlenceyi ona, yeni gördüğüm bir kokakola reklamı olarak anlatıyordum heyecanla. Anlatırken gözümün önüne gelense bu görüntülerden derlediğim ve anlatıyor olduğum reklamın storyboard'uydu. Kola logosunu hiç görmedim allahtan!
Reklamda çok kırmızı renk vardı, işte tam da bu yüzden kola reklamına dönüştürmüş olmalıyım kafamda.


Vay be!

Rüyamda kokakola gördüm! Hem de reklamının storyboard'unu çizdim. Çok korkutucu bu! Werbungcu yapıyorlar beni kurtar! Kurtaar!

En son Werbung dersinde Sebastian** bize kırmızı, sarı, mavi renklerini verdi ve bu renklerde markalar bulup, o renk seçimi o marka için doğru mu, yanlış mı; neden doğru, neden yanlış tartıştırdı. Elbet kokakola ve kırmızının lafı da geçti, evet..

Kırmızı uçma takımları, kırmızı trambolin, trambolinin çevresinde insanlar düşmesin diye tutulan kırmızı kumaş, çığlıklar, kahkahalar: yaşam budur işteee!







*reklam
**çok sevgili hojam Sebastian Hackelsperger

Sunday 11 May 2008

lullaby of birdland

Lullaby of Birdland. Güneş altında yaptığım kayıt.
Üstelik stereo kaydedebilmeyi keşfettim!

KULAKLIKSIZ DİNLENMESİ YASAKTIR (törmz ov kondişın)


Friday 9 May 2008

pisiklet aldııııııııııım

Buradaki bisikletli hayata alışınca eskiden beri kafamın karanlık çatı katısının tozlu sandıklarının arkasına saklanmış olan hayali yeniden canlandı:

İstanbul’da bisiklet!..

ve araştırmaya başladım. Amazon’da falan bir sürü ikinci el mevcut, hem de çok ucuza (150- 200 öyro); ama düşününce —ve bir de buradaki pek şeker insanların çalıştığı bisikletçi ve tamircisine gidip danışınca— aslında bunun pek de sağlıklı olmadığını kavradım, çünkü Internet’te iş şansa kalmış. Çok sakat durumlarla karşılaşmışlar burada, ısmarlanan bisikleti neredeyse yeni baştan yapmak zorunda bile kaldıkları olmuş. “Astarı yüzünden pahalıya gelmesi” veya “ucuz etin yahnisi” durumu…
Yaptığım araştırmalarda bu “folding bikes” denen, katlanan, çantaya konan, hafif şehir bisikleti markalarından DAHON çıktı karşıma. Baktım ki benim buradaki bisikletçi de Dahon’un bazı modellerini satıyor. Internet’ten modellerine bakıp işime yarayanları işaretledim ve dükkâna döndüm. Dükkânda çalışan genç adamla birlikte* kataloga tekrar bakıp en uygun fiyatlısını ve işe yarıyanını bulduk. Ben, bir de ekstradan arkasına çanta, eşya taşımalık parça da taktırıyorum.
Ismarlandı!
Çok heyecanlıyım!

Kendisi:

12,6 kg
çift frenli (çünkü pedalı geri çevirince çalışıyor arka fren çoğunda ki ben rahat bulmuyorum)
33x64x81 cm
vitesi kaç hatırlamıyorum ama çok olmasını ayrıca istiyor değildim…
lastikler “big apple”




ve işte yeni bebek DAHON Speed P8:










*evet hoştu. o yüzden adam değil çocuk değil genç adam...hava da nasıl bahar...

ama cartel ama

yahu n'olursa olsun bence cartel denen yersiz yurtsuz grup, zamanına göre bayağı iyi müzik yapıyordu. sene '96. bende tişörtü vardı valla ve bütün kaseti de ezbere bilirdim Almancaları dahil. ki o zamanlar hiç bilmezdim kim nerden, sözleri de pek sallamazdım. sonra birileri dedi ki bunlar faşo.http://www.blogger.com/img/gl.link.gif


...şöyle :

araba yok

çek bi fırt

aha alamancı çığırışı böyle:

yetmedi mi

kabus

Thursday 8 May 2008

odama bitki aldım ben






kekik
biberiye
kekik

örümcek gelmiş evime bir tane. banyoda yaşıyor. sanırım yavrulamış da. yatağımın kenarında dolanıyordu minik bir tanesi. iki lambamın arasına da ağ yapmış. tabi ki dokunmayacağım ve tabi ki evin her yerini saracaklar ve ne o benden ne ben ondan birşey öğrenmeyeceğim.

-öyle mi düşünüyorsun gerçekten?
-....

bilemedim..

Wednesday 7 May 2008

jardin de luxembourg'dan son kareler





1- Ekin ve at kestanesi çiçeği
2- Hergün parkın aynı noktasında güneşlenen güzel vücutlu bey
3- Belleville'de randevu

odamda ayı var çok mutluyum

odamda ayı var çok mutluyum. odamda ayı var çok mutluyum.odamda ayı var çok mutluyum.odamda ayı var çok mutluyum.odamda ayı var çok mutluyum.odamda ayı var çok mutluyum.odamda ayı var çok mutluyum.odamda ayı var çok mutluyum.odamda ayı var çok mutluyum.odamda ayı var çok mutluyum.odamda ayı var çok mutluyum.odamda ayı var çok mutluyum.odamda ayı var çok mutluyum. gece bülbül mü ötermiş? ötermiş demek ki çünkü bu bülbülden başkası olamaz. odamda ayı var çok mutluyum.odamda ayı var çok mutluyum.odamda ayı var çok mutluyum.odamda ayı var çok mutluyum ama dikkatim bülbüle kaydı. bülbül anlatıyor çünkü.

sittimin güveleri

DİKKAT ateşle yaklaşmayın!
Koreli adamın ayak kokusundan tut, Büyükadadaki çam kokusunun altında sahte aşklarını damla damla boyunlarına süren Nihan'la Behlül'ün* gri mavi damarlarından, bu gece yanımıza gelip ÇOK YALNIZIM diye belimize dokunmaya çalışınca Güliz'in kurşuni bakışlarına ve 'she is my girlfriend and stop touching him!' kükremesine, ahşabın yıllarca emdiği sigara bira kokusunu üfleyişinden, saçlarını sallayan çocuğa ve arabanın altında briç oynayan gelincikten (hani ölüsünü görmüştüm. günlerce. üstüste. bikaç kere.) (kokmuyor ölüsü bu arada)(yalan), her yerimi delik deşik eden güvelere kadar bir de...güve değilmişler gibi yapıp kandırıyorlar ve aç kalan ben oluyorum. ayrıca o koreli ayağın fotoğrafı var, gösteririm sana bir ara, yakından kokla diye zum yapıp. burası küçük orası rutin. sincaplar iyiler. onlar iyi. onlar bize gülmeyi bile bırakmışlar geçenlerde artık. çamurdan su içtiklerinde surat bile yapamıyoruz biz artık. mor çiçekler. çok mor olanlar. az ömürlü olanlar. sanırım...yarın mı? yeşil olan mıııııııııı mavi olan mı? küçük nokta nokta olaaan! eveeeet! bildim bildim! tramvay rayında ezilen kumlar misali di? di.
o zaman






*Halid Ziya- aşk-ı memnu

Monday 5 May 2008

Summertime

Ella Fitzgerald'ın Summertime'ı benden

(kulaklıkla dinlenmesi önerilir)

Saturday 3 May 2008

Karl Blossfeldt





Onca böğrtü böcekten sonra Karl Blossfeldt'e rastlamamak garip olurdu!
Bu fotoğrafları ben çok eskiden görmüştüm, ne vesileyle hatırlamıyorum.
Şimdi tekrar gördüğümde, özellikle de bitkilerle birkaç gün boyunca onca yakından ilgilenip göz göze olunca, düşündüm...şimdi...şimdi insan...ya da şimdinin insanı, şimdideki insanın anlaması öyle güç ki etrafında kendisi dışında sayısız canlının olduğunu. Çok zor geldi gözüme birden! Hadi hayvanları gördüler, anladılar ki canlı,
e binbir bitki? görünmeyen micro dünyalar?
'görmüyoruz ama varlar'mış gibi yapmanın ya da 'onlar da canlılar'mış gibi kabul etmenin ötesine geçemez insan yakınlaşmazsa. Yaklaşmak için ise merak edecek vakti bulması gerek. Artık ne kadar zor...
O yüzden INTO THE WILD'ı izlemeli tekrar...


http://www.karl-blossfeldt-archiv.de/