Monday 25 August 2008

ekin'in unlu beyin salatası

Ekin'den incileri unutmamalı:

Ekin uyanıyormuş gibi, hatta uyanmış gibi görünse de uyanmaz. Bildiğimiz gündelik Ekin'in yerine, o sonsuza dek uyumaya devam etsin diye başka bir Ekin geçer ve söz konusu Ekin korkutucu bir biçimde, otomatik olarak (aslında giderek kendini geliştirdiğini ve bir 'da sein' olmaya başladığını söyleyebiliriz) sorulara cevap verme kapasitesine sahiptir. İki Ekin'i birbirinden ayırmak güçtür...



İNCİ 1

- Ekin hadi kalk saat çalıyor.

Hııı..

- Ekin hadi.

Şimdi o aslında futbol..

- Eee?

Futbol maçı. Şimdi ressamlarla, yani futbolcular...

- Futbol maçı..

Ya da kibarlık yarışması.

- Kim seçecek en kibarı?

Bennn!

- Hmm. Nasıl olacak o iş?

Kapakk...





İNCİ 2

- Ekin...Hadi kalk saat geldi.

Hmm Kocaelinde nerde?

- Camiden sonra sağda..Nereye gidicen?

Camiden sonra sağa..

- EKİN?



>> Ekin uyanır -sanar insan-)

- Ahaha demin bana ne cevap verdin bilior musun?

Ne dedim?

- Kocaelinde nerde dedin ben de söyledim, sen de tekrar ettin.

Haaa doğum günü partisi zannetmişimdir...

- Ne?! Rüyanda doğugünü partisi mi görüyordun?

Yok yani gitmek deyince doğumgünü partisi sanmışımdır..hmmmfff..(öteki tarafa döner)



>>Ekin tekrar uyanır.

- Ekin ne dedin biliyor musun?

Ne zaman ne dedim?!

Saturday 23 August 2008

giderayak mantar spor ve mösyö öberjin...

Giderayak koşmaya başladım. En fazla 10 km koştum 93 dakikada. En az 6,5 km koştum 42 dakikada. Dün de Kung Fu dersine girdim. İstanbul dönüşü devam edeceğim. Baharda da kanu yapacağım. Spor dolu bir insanım mantar sporu. Evet Ekin'e de bir mantar atlası aldım. Mantarlar çok ilginç yaratıklar, seneler boyu bitki ya da hayvan sınıfına tıkıştırılmaya çalışıldılarsa da artık özgürlüklerini ilan ettiler ve mantar sınıfını kurdular.

Mantarlar var çünkü mantarlar!

Toplandım, evimi başka eve taşıdım. Benden sonra bu küçük fakat bulutların arasında odaya gelecek olan isviçre fransızı çocuğa evin 8de 1ini bırakıyorum (eşya babında, evi alıp da götürmek değil haşa). İstanbul'u özledim mantar spor! Augsburg'da sıkıcı soğuklukta bir kış daha beni bekleyecek, üstelik bu sefer Schubert Lied'lerinden
fazlasını öğrenmem gerekecek almancaya dair.

Bu arada zayıfladım. Yani artık Eichhörnchen diyebiliyorum. Domuz göççe değilim artık mantar spor göççeyim. Mantarlığımı alamazsınız benden! Sporlarım dünyayı saracaklar.
Aamimimimimimimimimimiimimimimimimimimimimimi













gökçe?


Mösyö Öberjin sonunda hayata gözlerini yumdu güzel ve baharı unutmayan çiçek kokusuyla...
Elveda Mösyö Öberjin. Ben seni seviyorum...








1- Mösyö Öberjin'in kadavrası...

2- 10 km koştuktan sonra ayakkabıyı ayağımdan soymamla gördüğüm kan toplaması durumu.

3- Bir daha kan ve su toplaması olmasın diye aldığım iptidai yöntemin resmi. Bu noktada dedemi hatırladım. Herşeyi kendi biriktirdiği/atamadığı parçalarla yeniden yaratabileceğine inanan, belki de bunu kısmen gerçekleştirmiş olan dedeme burdan sevgiler gönderiyorum: Aloha dede! (bu arada işe yaradı bandajlar)

4- Son bir güneş batışı, yanmış bulutlar

Friday 15 August 2008

Augsburg'un bayraklısı

Dün, Rathaus'taki havuzun kenarında oturmuş kahve içiyorduk Güliz'le. Yarı felçli zayıf bir adam gelip 'IIIIIIIIIIEEEI' dedi. Biz baktık, bir daha dedi, sigara istediğine kanaat getirdik. Güliz ona bir sigara sardı, o da yanımıza oturup zar zor sigarasını içti. Tam o sırada, havuzun diğer yanından tombul, yetmiş yaşlarında, sarı dişli bir amca çıktı elinde kocaman eski bir bayrakla, bağırmaya başladı. Ya Byerisch ya Schwebisch bağırıyordu çok az kelime yakalıyabildim. Elindeki eski püskü kıpkırmızı bayrağın üstünde silik bir orak çekiç, onun üzerinde de gamalı haç çizili bir beyaz kumaş parçası dikilmişti. Adam elindeki el yapımı nazi bayrağını sallayarak tüm içini dökmeye başladı. Saniyesinde genç bir çocuk gelip ona birşeyler söyledi ama adam celalini bozmadı. İnsanlar laf atmaya ve birikmeye başladılar, kimse gülmüyordu. Sonra bir kadın çıkıp adama bağırmaya başladı ve parmak çekti; adam da kadına o parmağı götüne sok diye cevap verdi çağlayan bir sesle. Bir iki dakika geçemeden üç araba polis geldi. Hepsi de yirmi ila yirmibeş yaş arası polisler. İnsana polislerin, pedagoji eğitimi aldığını düşündürtecek kadar sabırlı davrandılar adama. Adam önce sakinleşir gibi oldu ama sonra daha da çok bağırmaya başladı. Dedikleri arasından malesef yalnızca 'BEN ALMANYA'DA DOĞDUM! BURDA, AUGŞBURG'DA YILLARCA OKUDUM!HİTLER BİZE ÇALIŞMA BİLMEMNESİ VERDİ!' cümlelerini seçebildim. Etrafa toplanan insanlar fotoğraf çektiler. Daha sonra polis çekmelerine izin vermedi. İlginç bir şekilde, polisin fotoğraf çekmek yasak diye üzerine gittiği herkes 'NEDEN?' diye mutlaka sordu.
Sonra bir kadın polis adamı bir ara sakinleştirdi ve bayrağı elinden aldı. Adam konuşmaya devam ediyordu fakat bir süre sonra bir anda tekrar parlayıverince polisler sanırım adamı kelepçeleyip, minibüsün arkasında yere doğru bastırıp, merkeze götürdüler.

Fotoğraf makinam yoktu yanımda.

Ben adamın hemen yanında arkasında oturuyordum. Epey bir süre donup kalarak adamı izledim; bastırılmış ve korunmuş, küflü yeşil nefretini, koyu sarı dişlerinin arasından beyaz tükürüklerle saçarken. Bağırmasına rağmen gözleri çok donuktu. Alman olmak gözlere belli bir donukluk getiriyor zaten evet. Aristovari bir bakışla diyebilirim ki: Almanlar duygularını ve tepkilerini diğerlerinden daha fazla bastırdıkları için toplum içinde de kafalarının içinde, kendi kendilerine çok konuşuyorlar. Kendi kendilerine girdikleri bu sınırsız monolog, gözleriyle dışarısı arasına bir duvar çekiyor. Gözleri dışarıya bakıyormuş gibi görünse de göz bebekleri içeriye dönük duruyor. Bir tür, hep başlamgıç seviyesinde kalan toplu şizofreni.

Adamın histerik ses kontrolsüzlüğü bana ikinci dünya savaşı zamanlarından kalma koyu renk ahşap radyoları hatırlattı. Bu adamın gerçekliği, oralarda muhafaz edilmiş. Nazizmi komünizme karşı savunuyor hala benliği. Bugünle hiçbir alakası yok isyan ettiği şeyin. Elinde tuttuğu bayrağın sapı da, kumaşı da, rengi de, dikişi de öyle söylüyordu.

Tuesday 12 August 2008

George Melies - The Conjuror (1899)



Cinemagician.

Private life of a cat




Alexander Hammid ve Maya Deren'ın filmi.
Anne, baba ve çocuk ev kedileri.

Maya Deren - Meshes of the afternoon


Maya Deren - Meshes of the afternoon (1943)


Hafıza yol ışık.

Sunday 10 August 2008

RÜYA - göz yaşı

10.09.2008

İstanbul’da, terkedilmiş bir binadayız ben, Teoman, Yakup ve kim olduğunu bilmediğim (ya da şimdi hatırlamadığım) tombul bir kız. Terkedilmiş bina Ege ya da Akdeniz adalarından birindeki terkedilmiş binalara benziyor: her yeri beyaz, elle yapılmış gibi eğri büğrü arkları var, tepesi açık. Bir Akdeniz ışığı var rüyada.
Biz, Açıkhava’daki bir konsere gitmeye uğraşıyoruz ve yanımızda bir sürü enstruman götürmek istiyoruz. Benim burda aldığım çıkı çıkılar, davullar, keman vs. bin tane alet. Konser çıkışında müzik yapmak için yanımızda götüreceğiz fakat çok fazlalar. Elimde bir tane tekerlekli küçük çöp konteynerlerinden var, hani şu yeşil ya da sarı plastik olanlardan (Almanya’da bunlardan var en çok da). İlginç bir fonksiyonu var bu konteynerin, tutup kenarından çekince akordiyon gibi açılıyor ve ‘kat peyst’ etmişsin gibi yan yana dört konteyner oluveriyor, böylece onca şeyi taşımak için enlemesine geniş bir konteynerim oluyor. İçini tamamen dolduruyorum. Konsere neredeyse bir saat geç kalmışız zaten, Teoman ‘olmaz, çok ağır o taşıyamayız’ diyor, ben gene de inatla taşımaya çalışıyorum ve bebek arabası gibi sürmeye başlıyorum çalgıları. Açıkhava’ya varıyoruz. Rüyamdaki Açıkhava Sahnesi’ne normaldeki gibi en yüksek noktasından girilip aşağıya doğru inilmiyor, tam tersine aşağıdan giriliyor ve ilerde merdivenlerden çıkılarak Açıkhava Sahnesi’ne giriliyor. İçersi eski okul gibi yüksek tavanlı, sesler yankılanıyor, anfiteatroyu tutan uzuun sütunlar görünüyor kilise sütunları gibi ve içersi koyu ten rengi. Herkes koşturuyor, Teoman yok oluyor, sanırım konsere giriyor. Ben çalgıları bir yere bırakıp merdivenlerden çıkıyorum siyah giyinmiş kocaman badigardın yanına konuşmaya. Badigard bildiğimiz badigard, geniş, siyah, kulağında kulaklık, teller sarkıyor, siyah gözlüğü var ve ince çizgi biçiminde sakalları var (dün bana laf atan türk misali), iyi bir badigard (badigardın iyisi olur mu?). Ben derdimi anlatıyorum, badigard bana o koca konteynerle konsere giremeyeceğimi söylüyor, bu sırada ben badigardı oyalar gibi oluyorum, bundan istifade eden Yakup, arkamızdaki pencereden konser yerine çıkıyor bana gülerek el sallıyor ve ellerini cebine sokup sallana sallana gezmeye başlıyor (sonra birkaç defa camın arkasından geçtiğini gördüm) O sırada şişman kız da pencereden konser alanına çıkıyor ben onun da çıktığını görünce önce bir şaşalıyorum ‘beni yalnız mı bırakıyor yahu bunlar’ diye ama bir yandan da badigardı oyalamaya devam ediyorum ki girsinler konsere. Sonra olmaz cevabıyla tekrar merdivenlerden aşağıya iniyorum. Aşağıda gene, konsere gelmeden önce bulunduğumuz binanın odalarına benziyen beyaz sıva bir odaya giriyorum. Neredeyse denizin üstündeymişçesine bir ışık var boş odada. Telefonum çalıyor. Babam. Ben babam olduğunu anlayınca şaşkınlıktan ağzım açılıyor. Babamın sesi çok depresif geliyor, nerdeyse bayılacakmış gibi (ölü olmasın?). Bana birşeyler anlatıyor, hatırlamıyorum ne.
Ben babama ‘Baba...Ben seni çok özledim!’ deyip ağlamaya başlıyorum. Babam aynı soğuklukta konuşuyor hep (ölü olmasın?). Tam bu sırada odanın kapısına yöneliyorum ve kapının dışında, bana doğru çook yavaş adımlarla yaklaşan üç insan görüyorun, iki adam bir kadın; arkalarından da pırıl pırıl bir araba aynı yavaşlıkta yaklaşıyor. Arba çok eski model, hani şu İngiliz filmlerinde gördüklerimden, krem rengi bir araba, yuvarlak kıvrımları var, önünde de gümüş minik bir at var sanırım (ne markaysa). Ben babamla konuşurken bu garip üç insan, gözlerini benden hiç çekmeden birbirleriyle benim duyacağım bir ses yüksekliğinde, beni konuşuyorlar tam bir İngiliz ingilizcesiyle:
“ Bir zamandır böyle...Evet...Hiç iyi değil bu durum...Genelde bu tepkiyi veriyor evet”
Ben şaşkın bir biçimde konuşan adama bakıyorum. Sanki ben deliyim onlar da doktorlarmş gibi bir hava sezdim uyandıktan sonra ama o kadar da tehlike hissi vermediler rüyada.
Babama ‘ Sen burda mısın?’ diye soruyorum o da bana, burda (Açıkhava’da) öldüğü için burda kaldığını söylüyor. Ben de ağlıya ağlıya ‘geliyorum o zaman hemen’ diyorum, fakat bunu dedikten sonra, kalbimin babama gitmek için mi yoksa zaten geç kalmış olduğum ve çok görmek istediğim konser için mi tepindiğini soruyorum kendime.
Orda rüya bitti
Ve uyandığımda gözlerimden yaşlar gelmişti. Uyanıp kalan yaşları da lâv ettim.

Friday 8 August 2008

die Zaman

Havada kocamaaaan gri bir bulut var. Dünkü baygınlık veren Ağustos sıcağından sonra gelen Alp yağmurlarıyla havanın bir anda Ekim soğuna bürünmesi bünyelerde uykuyla karışık bir şaşkınlığa neden oluyor. Dün gece yağmur fırtına sürerken ve şimşekler tam benim penceremde çakarken ben, etli patlıcan yemeği pişiriyordum.
Rejim.
Sabah da diyet süte kuş yemi (müsli ya da benim tabirimle müslü) yedim, benden mutlusu yok. Az sonra çıkıp Sophie'ye toplantıya gideceğim. Seneye birinci dönem odasında kalacağım insan Sophie, çünkü kendisi birçok Alman gibi Portekiz'e Erasmus yapmaya gidiyor. Ben bunları neden anlatıyorum? Hayır söylemek istediğim başka şeyler vardı ama...Neydi acaba? Pornocu kız mı? Çekik bir kızmış da dünya seks rekorunu kıran:
70 kişiyle 251 kere ilişkiye girmiş, onun da filmi varmış The World's Bigest GangBang diye. Filmi duydum ama ben sayının 600, kadının da sarışın olduğunu sanıyordum. Bu çekik kız aynı zamanda iki üniversite mezunu falan bir insan. Nedense bir de rekortmen. Porno evet. İlginç bir sektör. Yani sektörün kendisi ilginç, parçası olmak daha da ilginç. Biraz daha aç dersen şu anda trak geldi hiçbir şey söyleyemeyeceğim çek şu ışığı gözümden.

Bu sabah düşünüyordum, babam öldüğü andan itibaren bende zaman mevhumu kalmadı diye. Evvelinde de çok iyi değildi hafızam olayların vaktini hatırlamakta ama bu kadar da abartmıyordu. Söz gelimi bir sene evvel olmuş bir olayı iki sene evvel olmuş zannedebiliyordum ama yedi sene evvel olmuş bir olayı iki ay evvel olmuş zannetmiyordum mesela ya da tam tersi. Biliyorum ki hafızam anıları meydana geliş zamanına göre sıraya dizmiyor, öyle kaydetmiyor. Başka kriterleri oluyor kaydetmek için ve ayrıca zaten bir anı tek bir bağlamda hatırlanmıyor/kaydedilmiyor. Misal, birinin bana söylediği bir söz kaydolurken tüm etkenlerle kaydoluyor: söylenen söz, ses, karşılığında hissettiğim duygu, oturduğumuz masanın örtüsünün kokusu, rüzgarın sesi, yan masadan yere düşen eğilmiş çatal, masanın kenarında parmağımla oynadığım boyası kalkmış köşe, çayın dibindeki erimemiş şeker vs...Dolayısıyla çoook zaman sonra eğilmiş bir kaşık görsem bir yerde bana yaptığı çağışımdan, direkt ve temiz bir şekilde bana edilmiş sözü hatırlıyabilirim zınk diye.
Örneğin an'ı videoya ya da fotoğraf karesine hapsetmek de aslında bu bakımdan çok tehlikeli birşey. Ben ki bir An için 125 kare fotoğraf çekiyorum, o an'ın anısını o an olmaktan çıkartıp 'fotoğraf çekme anısı'na dönüştürüyorum bunu yaparak. O an'ın anısının oluşmasını engelliyorum. Birşeyi ezberlemek yerine yazdığında olur bu, nasıl olsa yazdığın yani kaydettiğin için hafızan artık onu aklında tutmana bir sebep bulamaz ve unutursun. Burdaki güzelim bulutların fotoğrafını çekerken geldi aklıma, ne kadar çok fotoğraf vizöründen gördüm ben o güzel bulutları! Önce izle bırak anı olsun. Bir telaş pür telaş makinaya davranmak...
Eskiden bu video için böyleydi bende. Her an yanımda kameram olsun isterdim herşeyi çekeyim. Takıntı. Muhtemelen herşeyi unutmaktan korkmak telaşıyla alınan refleksif bir tedbir ve fakat ne kadar da yanlış ve ters...

Ama bu arada japon animelerindeki bulut çizimleri beni, burda gördüğüm bulutlar kadar (olmasa da) benden alıyorlar. Ben de ben dee

Tuesday 5 August 2008

DAHON Speed P8 üzerine forumsal tecrübe paylaşımı (çok tatsız)

fiimdi efendim pek flirin bir bisiklet olmakla beraber bu DAHON Speed P8, katlan›r bir 'flehir' bisikleti. 12.6 kg oldu€u için, s›rt çantas›n›n yan›nda leptop gibi tafl›nacak bir alet de€il. Katlan›yor dediysek de o kadar küçülmüyor, kendi bavulu var ve ona s›€›yor. Bavul dedi€im omuzda tafl›mal›k, ben diyeyim 50x30x30cm sen diyeyin 51x30x30.5cm büyükçene bir çanta. Hadi bunlar detay diyelin.
Ben ki DAHON Speed P8'den 'psiüuuu' diye yerlere çal›nm›fl bir insan olarak, defactolarn› az biraz gördüm. fiimdi

1- Lastiklerinin küçük ve de lastik dokusunun (Big Apple) düzcene olmas›, yerdeki herhangi bir pürüz, tafl, kum ve sairede bisikletin tökezlemeye e€ilim göstermesine neden oluyor; yani gerçekten ancak 'sokaklar›nda pürüzü olm›yan Avrupa kentleri' için yap›lm›fl, öyle toprakl› park yolundan ya da ›slak tafllar›n üzerinden gitmek için de€il. ‹flte tam da o yollarda topuklu ayakkab›yla yürümek gibi oluyor. Messala ben daha dün, ben diyeyim 3cm, sen de 3,5cm çap›nda bir tafl›n üzerinden geçerken hissettim bu eğilimi. (Düşmek istedi belli ki!)

Düflüflüm ise, epey ya€murlu bir havada belli bir h›zda kapt›rm›fl giderken ve dahi akl›mdan 'Ulan ben bu düz yollar› ne özliicem ‹stanbul'da. Zor olacak bunu ‹stanbul sokaklar›nda kullanmak' diye geçirirken kald›r›ma ç›kmaya çal›flma esnas›nda meydana geldi. Hatamsa, bisikletlerin ç›kmas› için s›f›ra yak›n bir seviyeye indirilmifl kald›r›m kenar›ndan de€il de, az biraz daha yüksek olan k›sm›ndan (ben desem 3,5cm sen de desen 4cm, ne olur ki?) hem de yan yan ç›kmaya çal›flmam idi. Ya€murla kayganlaflan lastiklerim ve de yol bir anda 'c›c›c›c›c›' diye bir sesle beni yere çalmak suretiyle 180 derece kadar yerde sürüklendim (o esnada bir de nas›l becerdiysem, kolumu kald›r›p kendime yumruk vurdum). Yani kald›r›mlara ç›karken, kald›r›ma direkt burundan girmek gerekiyor. Demem o ki hassas bir pabuç bu DAHON Speed P8.

2- Sele k›sm›s›nda süspansiyon olmad›€›ndan, gene ‹stanbul gibi bir flehir için çok uygun de€il kan›mca çünkü her küçük ya da büyük çukur ya da tümsekte insan›n götüne götüne giriyor o caan›m biyolojik ve de ola€an üstü rahat sele. Gerçi bu çok da problem de€il çünkü al›fl›l›n›yor.

3- DAHON Speed P8'i kitlerken de neresinden kitledi€ine dikkat etmek gerek çünkü strüktürü normal bisikletten farkl› ve baz› yerlerine takt›€›n zaman sen kitledim san›yorsun ama asl›nda bir parmak hareketiyle pl›nk diye ç›kabiliyor kilit. (Ben bu konuda ayr›ca sala€›m o baflka. Çok orijinal, hem çok güvenli ve ayn› zamanda pratik ve kimsenin düflünmedi€i yöntemler buldu€umu sanarak kitledi€im yer, mesela iflte ben dersem 70cm sen diyeceksin 66cm uzunlu€unda bir direk oluyor ve dolay›s›yla isteyen, elinlen tutup kald›rd›€› gibi bisikleti direkten çıkararak al›p gidiyor. (yok benimki öyle çal›nmad› hay›r, salak m›y›m ben?...?
Benimki gayet kilitliydi,söz konusu kişi neredeyse anahtarla falan açtığı kilidi de açık bir biçimde olay mahallinde bırakmak suretiyle götürdümüş benim çocuğu. İşte bu yüzden artık evde besliyorum bu DAHON Speed P8'i)

Afiyetle.

isa yanarak dünyaya geldi

köfte

- Şimdiii...

-- Ne var?

- Hayır yok bişi. Rejim diyorum.

-- Hm?

- Rejime başladım.

-- Evet biliyorum.

- Aa ellerim köfte kokuyo. Tırnaklarımda da tuz ve soğan var, bu yüzden yiyorum tırnaklarımı...Bayan...

-- Ha?

- Benim sarımsak ezeceği var ya?

-- Evet?

- Bu iyi olanı. Bi önce aldığım daha ikinci gününde çatırt diye gitti!..Dedim hani 'BAYANLAR için yapıyolar' desem...E aşçıların çoğu erkek aslında?
Ama ev için yapılan mutfak eşyaları BAYAN için. Nedir bu bayan yahu?

-- E işte Bayan...Cinsel organları olmayan kadın demek olsa gerek.

- Ha kukusuz kadın. Kukusuz memesiz kadın. E dedim ben de, 'ben bunu almam'! Ben BAYAN değilim ki! Benim kukum da var memem de!

-- Hm.

- ...dedim, bu sağlam olanını aldım.

-- Hm aferim...

- ...Köfte yaptım bugün güzel oldu.

-- Biliyorum.

- Nerden biliyosun yemedin ki?

-- ...

- Bi de nohut yaptım etsiz.

-- ...

- Çok pişti o da güzel oldu.

-- ...

- ...

-- ...

- AYH bu Augsburg ne boş bir kent yahu!.. Bisikletle gezmeye çıktım bu akşam saat sekiz dokuz gibi şehrin batı tarafına doğru. Ayol evler sanki boş, sokaklar zaten boş. Arada bir insan görüyosun ama öyle ki, sanki o insanlar orda değiller de sen hayal ediyosun orda olduklarını...Pek fena...

-- ...

- Bulutları çok güzel ama...

-- Hmm evet.

- Sanki yakınlar diil mi, ve hergün yıkanıyolar, nası net görünüyo detaylar.

-- Evet işte o Alpler'in havasından herhalde...Rüzgar...Temizliyodur.

- Hmmm...

-- ...

- Sence de bu mausun döndürme şeysi klitoris'e benzemiyo mu?

-- ...

- Bişey sorduk

-- Evet benziyo.

- Acaba sırf, uzuun bi sayfada aşağı yukarı ine çıka bişey arıyan birinin mausun ortasındaki parmağını zum yapıp çeksen porno olabilir mi?

-- ...

- ...



- Şarap bitti.

-- Hmm...

- Ay ne bu godoyu bekler gibi habire HM HM!?

-- E ne diim ayol sen de! Görüyorum evet. N'apim ki ben?

- ...



- Kolum ağrıdı bugün.

-- ...

- ...

-- Uykum geldi benim yatalım mı?

- Evet.

köfteler ve rejim




1- köfteler yapdım.

2- rejime girdim.

Sunday 3 August 2008

burlara yakın türkçe argo kitabı bulduuum

TURK KULTURUNDE ARGO
Editorler
Prof. Dr. Emine GURSOY-NASKALI ve Doc. Dr. Gulden SAGOL
ISBN 90-804409-9-X
Birinci Baski: 2002, Haarlem, Hollanda
344 s.


http://mbarchives.blogspot.com/2006/02/book-turk-kulturunde-argo.html