Tuesday 31 March 2009

Wednesday 11 March 2009

Datça



Ne Datça beni aldı içine ne ben onu.
Daha.
Bakıyorum öööööyle.

Sunday 8 March 2009

Antalya

"Antalya otobüs terminalinden amerikalı gazeteci gökçe bildiriyor"
Aslında bu post'un başlığı bu.

Dün akşam vardığımız Antalya kentinin ilk gördüğümüz kısmı beton duvarlar ve beton alışveriş merkezleriyle örülü Lara beldesi oldu. Berbat bir yer tahmin edersin ki. Havalanından bindiğimiz otobüse gideceğimiz yeri söylediğimizde adamın bize cevabı "Şarampol'de inceksiniz, en yakın yer orası" olunca, şaşkın şaşkın birbirmize baktık ve hatta Ilgaz bana sessizce "Abi nası? 'Kaptan, uçurumda inecek var!'" dedi. Ööle garip sitelerin arasında bulok bulok ama kaydıraklı havızı olan ve Ilgaz'ın ismini asla doğru hatırlıyamayıp tüm yaratıcılığıyla çeşitli uygun isimler uydurduğu Hadrianus Hotel'e vardık. Yattık uyuduk.

Ertesi sabah 5:50'de kalktık Ilgaz'lan, uyanırken aynı anda kahvealtımızı edip bindik otebize ve Runtalya Maratonu'nun start noktasına geldik. Ilgaz ısınırken ve orasından burasından sarkacak olan teşekkülünü hazırlarken ben de ilk kez Antalya'nın denizini gördüm, sisili idi. Ayrıca Ilgaz'ı belgeledim, tarihe yazdım.

Sonra yanımıza emekli ilk okul öğretmeni kılıklı kel bir amca geldi ardında taba rengi buldog karması bir köpeknen. Ben köpeğe seslendim midi köpek bana yapıştı. Oramı buramı ısıraraktan bacaklarıma dayandı kaldı. Beli de na bu kadardı (çok inceydi yani). Ilgaz amcaya sordu:

"Ya bişi sorucam"

- "Ha!"

"Bu köpekle birlikte mi koşuyorsunuz?"

- "Tabii her maratonda benim yanımda koşuyor"

"Peki su falan veriyor musunuz buna yolda?"

- " Tabii tabii her 5 km'de bir su içiyor veriyorum öyle geliyor..."

Köpek sahibinnen gitmeyi uzun süre reddedip elimi ısırdı ve ardından adamla beraber koşturarak gitti. Ilgaz'ı kalabalığa kardıktan sonra ben ilk gördüğüm amcaya "Kaleiçi'ne nerden giderim?" diye sordum ve fakat amca Bursalı çıktı.

Sonra yolumu buldum. Yolun kenarında bizim taba rengi köpeği, yanında uyuz yaralarını kaşıya kaşıya kanatmış olan beyaz bir arkadaşıyla gördüm; az sonra da basıp gittiler ve oratlıkta amcadan eser yoktu.
Bir ademoğlu neden olsun ki bunca yalanı gereksiz yere söyler?
Hangimizi işletmek istedi? Neden istedi? Bu doğaçlama yalan refleksi burda ne işine yaradı? O sokak köpecağızı elimi az daha sert ısırıp da morartmış olduğu yeri kanataydı amcayı kim dövecekti?

gibi sorularlan Kaleiçi'ne doğru yol aldım.
Antalya isimli kenti az bir içselleştirmek için eskisinden tarihinden derisinden birşeyler görmem gerekiyordu. Kaleiçi'ne varınca kendimi eski rum evlerinin sıra sıra dizildiği turistik dar sokaklara attım. Hakkaten de çok şeker bakımsız eski evler var. Bazı evlerin pencereleri önündeki parmaklık ve (neydi adı..hani çapraz çapraz sepet gibi örülen tahta parmaklık..haremlik tarafı pencereleri için..)işte ondan vardı, bu motifler bana Safranbolu'yu hatırlattı. O sokağa gir bu sokağa gir dolanırken çok güzel kocaman ve bahçeli taş bir binaya vardım, alt katı halıcı ve antikacı olarak işletiliyordu. Dükkanın başında duran genç çocuk önce bana "Hallo" deyip sonra evle ilgilendiğimi görünce "içeri girip bakabilirsiniz" dedi, ben de ona "dönüşte" diye karşılık verdim.
Turist bıdıları, halı ve incik boncuk satan bir dükkanın siftahını yaparaktan ordan sabahın 9.30'unda el yapımı şu çiğ yün tellik çoraplardan aldım (onun bir adı var ama onu da unuttum..halayık diyesim geliyor ama..yok daha neler..falaka!). Aşağıya inmeye devam edip limana vardım. Küçük Antalya limanı. Dalgakırandan denize ve bişey nehrinin uçurum kayalıklardan denize aktığı turist kokulu yere baktım. Deniz, dalga, uçurum ve hemen ardından beton yarraklar. Dalgakıranın dibinden yukarı merdivenlerden tırmanıp oradaki çaycıya oturdum ve yarım kalmış olan Bilge Karasu hikayemi bitirdim. Gerçekten çok güzel bir hikaye, tekrar okuyacağım (Göçmüş kediler Bahçesi'nin ikinci hikayesi: Avından El Alan). Ve sonra kısa bir ağladım. Gözyaşı dudağımın kenarına varmadan kesildi nerdeyse yağmur. Histerik yağmurum benim.
Oradan yukarı dönüşte "dönüşte" geleceğimi vaad ettiğim o eski binaya gittim ve içini gezdim. Gerçekten pek güzeldi, bahçesi de içi de dışı da (fotoğrafları bir sonraki postta mevcut olacaktır). Halıcı çocuk "nerelisin?" dedi,
dedim "istanbul. Sen?", "Ben güneşin doğduğu yerden gelmişem" dedi. Epey bir muhabbet ettik ev ve Antalya ve İstanbul üzerine.

Ortalık köpek kaynıyordu kentin heryerinde, kediler de yok değildi ama köpekler çoğunlukta. Önce uyuz olduğunu sandığım ve saat kulesinin önünde üzgün bakışlarla sevdiğim yavru köpeğin, sonradan yanımıza gelen teyzenin bilgilendirmesiyle uyuz olmadığını, başka bir deri hastalığı olduğunu ve geçmesi için de iğne vurulduğunu hatta ve hatta görünüşü biraz düzelince ona talip bir eve varacağını öğrenip içim rahatlayarak yola devam ettim.

Karnım acıktı, bir sakin kebapçıya girdim, menülerinde amerikanlı sosisli olmadığını görünce sosisli istedim paket, ardından da ekledim:

"Abi amerikan salatası da koyabilir misiniz içine?"
Abi bi düşündü ve:

-"Tabii...olur" dedi, arkasını döndü ve "Usta! Bir sosisli yapıosun içine de Rus salatası!"

Vay bea! dedim.
Sonra sosisliyi aldım ve de ısısraraktan yedim. Çok mutlu oldum çünkü içinde sosis dışında, keçap ve mayonez dışında, kaşar, sucuk vardı, üstelik amerikan yerine de rus salatası olması da cabası (bak canım istedi burda bulur muyum bu saatte aceba şimdi). Yidim onu ben.
Sonra saate baktım ve stadyuma (maratonun bitiş noktasına) doğru yürümeye koyuldum. Aklında olsun Dönerciler Caddesinden dooooooğru yürüdün mü direkt varıyorsun stadyuma. Stadyuma yürürken yolda Hadrian kapısını gördüm, Aladdin Keykubat yaptırmış pek hoş ama çok az bir kısmı kalmış kapının. Hah işte o kapının dibindeki küçük park "halk" kaynıyordu ve halkı selamlamaya gelen AKP Antalya Muratpaşa Belediyesi başkan adayı -ki kendisini sabah maratona otobüsle getirilirken önünde birkaç dakika durup beklediğimiz dükkanın camlarına reklamı yapıştırıldığı için uzuuunca bakmak ve görmek zorunda kaldığım- Orhan Tolunay'a omuz sürterekten yola devam ettim. Yolda bir de saadet partisi konvoyu ve arabasıyla karşılaşmak zorunda kaldım ve Ceza'nın saadet partisine sattığı parçayı böbreklerimde dinledim.
Stadyuma vardım Ilgaz'ı beklemeye başladım bitiş noktasının kenarında, tam bitirdiği sırada fotoğrafını çekmek üzere makinam boynumda asılı hazır ve nazır. O sırada yanıma tombul bir abi geldi ve bana "Where i am from" olduğumu sordu ben de "İstanbul" dedim, o da cevaben "Hmm where is İstanbul i don't knoow?" dedi ben de "Valla İstanbul is near Alaska" dedim. Kendisi beni tamı tamına "Amerikalı gazeteci"ye benzettiğini söyledi. Fantazi geniş ve sağlam! Adam şaka maka şakır şakır ingilizce ve almanca konuşuyordu bu arada.
Sonra mor Ilgaz ufukta göründü ve kendisini finiş noktasına ayağının deymesine 2 sn kala resimledim, tam o anda maraton saati 4:59:18'i gösteriyordu. Sevgili azimli manyak kuzenim maratonu 5 saatin altında bir sürede bitirerek kendi rekorunu kırdığında ben ordaydım!

YEEAAAAH!

Sonra otele dönük işte tam o sırada blog mucizem İlkem aradı. Antalya'da idi ve nasıl buluşacağımızı soruyordu. Ilgaz'ı yatağına yatırdıktan sonra bavulumu alıp şehre indim ve efsanevi İlkem'le buluştuk saat kulesinin dibinde.

...Sonra...Ben İlkem'e Antalya'yı gezdirdim!

Kaleiçi'nde başka dar ve eski sokaklara girdik, fotoğraflar çektim ve de köpekler sevdik. Rüzgarlı ve fotoğraflı bir akşam üstünde düşük çenemin son hızında ona hayatımı özetledim...Sanki..
Biraz kaybolduktan sonra İlkem beni Gizli Bahçe'ye götürdü. Antalya Gizli Bahçe. Güzel bir yer. Rock müzik çalan, kendini bilen Antalya gençliğinin gittiği, bira patates tavla çay yenilen içilen ve oynanabilen; bahçe kısmındaki küçük havuzcukta da yüz tane kaplumbağanın yüzüp dolandığı bir bar.(İşte ordaki karizmatik kaplumbağalardan birinin çok karizmatik bir pozunu bir ya da birkaç post sonra İlkem'e söz verdiğim bir hikayeynen basmam gerek buloga ve bu arada havuza yaklaştın mıdı ördek misali doluşuyor kapulumbagalar boyunlarını gere gere yukarı uzatıyorlar birşey vereceksin diye). Ben pek sevdim artık hep oraya gideceğim.
Orda da bira patates yaptık(yedik manasına) ve konuştuk. İlk kez karşılaşan ve sadece beş saati olan insanlar olarak çok hızlı konuşmamız, algılamamız; az zamanda çok işler başarmamız gerekti. Havadan sudan bahsettik.*
İlkem'in Kemer'e en son dokuz otebiziynen dönmesi gerekiyordu. Koştura koştura yetiştik. İlkem'le tanışdığıma sevindim ben! Kısa da olsa öz de olamasa bile.
Ve işte ben de terminaldeki bu kuru fuloresanlı internet kafede bloguma yazı yazıyorum ve saat 22:29. Bu demek oluyor ki tam 61 dakika sonra Pamukkale otebizine binmek suretiyle sabah altı sularında Marmaris'e varıp oradan da Datça arabasına bineceğim. e hadi.









*yog ya