Friday 31 July 2009

Tunus aperatifleri 01

Tunus maceralarına girişmeden evvel tadımlık birkaç görüntü...

Mehdia plajı

Thursday 16 July 2009

Bill Brandt

Not al.

Bill Brandt Exhibition

çok güzelsin ah

bir su
su gibi
sanki

dirseğimle eğdiğim ama devirmediğim bardak.
aynı eğimde içinde dalgalanan suyla duruyor.
o eğimde.
daha dik değil.
daha düz ya da daha eğik değil.
tam o eğimde.
o eğiklikte duruyor.
sanki başka yolu yok.
daha eğilse akmaya başlar ve çok kısa sürede biter gider.
hiç eğilmese, durur kalır. kaldığı gibi de kalır sonsuza dek.
o eğim.
sıcak.
değil az sıcak.
soğukumsu sıcak.
ılıkımsı serin.
serin evet serin kesinlikle serin.
o eğimde kolumdaki birkaç tüye deyen tüy.
nefes alsam belki de çoktan rüzgar götürür.
bardak.
su.
sallanan su.
burda canlı olan bardak, her ne kadar hareket eden su da olsa.
midemdeki boşluk.
midemdeki boşluk.
midemde nefesini tutan boşluk.
boşluğun nefesi.
yok o herşeyin nefesi.
top yekün nefes
duran.
bardağı izleyen.
bardağın içindeki suyu şimdilik yok farzeden.













sessizliği yaran rutin ray


sesi.


özledim mi ne

ama o değildi söylediğim anladın mı?

anlamadın çünkü bardağı izliyordun pür dikkat.
devrilecek miiiiiiiiiiiii
devrilmeyecek mi.
yoo..
yoo yooo!

ıslak toprak kokusu falan işte.
burda

hep
burda

burda gel
sin.

Wednesday 15 July 2009

gdb-bico


kelebek shot bay yorgo




o garip gün ışığını çözemedim. sanki photoshopta sıçılmış gibi gözükse de tamamen doğal ışık o. neyse meselemiz ışık değil elbet.

Friday 10 July 2009

ve annem gidiyor..




çinli
kurbağalar
...

Görkem candır




Görkem ve şam kopuzu...

Vişneli kek 03 -04






Nilüfer ve Görkem...

Vişneli kek 02







Dilek anne...

Vişneli kek 01








Ülkü Abla...

Ülkü Abla Bahçesi



ASSK!






1) Gökçe el kitap
2) Dilek patron
3) Yusuf kuzen
4) Dilek anne

Mazhar in motion (Mazhar forevır)




Monday 6 July 2009

suratsız suratın suratına ne yazdım..

..sağnak bir yağmur vardı. ama ben yürümeye devam ediyordum. durmuyordum, hayır..asla duramazdım. bu fırtına beni durduramazdı çünkü o yere gidip görmem gerekeni görmeliydim. her neyse o şey..ama görmeliydim.

sonra,

onu gördüm.

aynı köprünün üstünde duruyordu ve hızla akan nehri izliyordu sabit bakışlarla, nefes bile almadan. hep ordaydı sokak lambası gibi. hep aynı yere sabitlenmiş, hareketsiz. ben içimde yorgun ve dışımda ıslaktım. durdum ve baktım. daha bu sabah gene aynı yerde görmüştüm. köprüye çıkıp ona doğru yürümeye başladım. sırılsıklam olmuş bir pardösüsü vardı. fötr şapkasından sular damlıyordu. daha da yaklaştım. yalnızca yağmurun gürültültüsü işitiliyordu. sonra -hiç anlamadım neden ama- bir anda ona dokunmak istedim, suratına bakmak. canlıymış gibi görünmüyordu, kaldı ki nefes alıp almadığı bile anlaşılmıyordu zaten. hareketsiz adam. elimi yavaşça omzuna koydum. hiç korkmuyordum. o da korkmuyordu. sonra vücudu yavaşça bana dönmeye başladı. hayır hiç mi hiç korkmuyordum. başını kaldırdı..suratını göremedim..yani suratı vardı ama suratsız bir surat. bomboş bir surat. ne göz ne burun, ne kaş ne de ağız vardı. düz. boş. yerde duran boş bir kağıt gibi. içimden, bu boş kağıdın üstüne birşeyler yazmak geldi bir anda dayanılmaz bir istekle! ceplerimde kalem aramaya başladım aceleyle ve
sonunda buldum bir tane. sonra durdum..


izin almak için gözlerine bakmak istedim ama..gözleri yoktu ki. sol elimle suratını tuttum, olmayan gözlerine baktım, hiç karşı koymadı, hiç ses çıkarmadan bana itaat ediyordu. bana tanıdık geliyordu, sanki onu en başından beri tanıyormuşum gibi. bedeni kıpırdamıyordu. yaşıyormuş gibi gelmiyordu bana. nefes alıyordu evet ama yaşamıyordu sanki. mesela hafif bir dalgada sallanan sandallar gibi nefes alıyordu ya da uyuyan laptop'umun bir yanıp bir sönen küçük ışığı gibi. nefes alıyordu ama canlı değildi. sonra suratına birşyler yazmaya başladım hızlı hızlı. o denli hızlı ki ne yazdığımı takip bile edemiyordum! kelimeler, daha doğrusu sesler istemeden, düşünmeden çıkıyorlardı kalemin ucundan!

yazmayı bitirdiğim anda hiç beklemeden onu nehre attım.

düşerken kanat gibi dalgalanan pardösüsünü seyrettim. bi kaya gibi düştü.

nehir çok hızlı akıyordu,
ben mektubumun nereye doğru gittiğini göremedim bile..
















NOT: kendi yazını türkçeye çevirmek ilginç bir his. işemek gibi. yani bi şişkinliğin inmesi gibi. ölünün göğsüne konan ağır demir gibi (yuh). bu arada italyancasında feci hatalar var bunu farkettim. rezalet.

cosa ho scritto sulla "faccia senza faccia"..

...c'era un diluvio. una pioggia incredibile. ma io stavo ancora camminando. non mi fermavo no...per niente. diluvio non poteva fermarmi perche dovevo andare li a vedere cio che dovevo vedere..non so cosa ma doveveo per forza. poi ho visto lui che stava ancora sullo stesso ponte guardava il fiume che scorre velocemente con gli occhi fissi. Senza nemmeno respirare. Lui, sempre li come una lampada stradale. Li, fisso, senza moto. Io ero stanca dentro e bagnata fuori. Mi son fermato ho guardato lui. Lo avevo gia visto nelo stesso punto che stava ora proprio sta mattina. Ho camminato sul ponte verso lui. Aveva un soprabito lungo tutto bagnato. Acqua gocciolava dal suo feltro. Mi sono avvicinato a lui. Si sentiva solo il forte rumore della pioggia. Non so perche ma ad un istante ho voluto toccarlo, ho voluto vedera sua faccia. Non mi sembrava vivo, gia non si vedeva se respirava o no. L'uomo senza moto. Lentamente ho messo la mia mano sulla sua spalla. Non avevo paura e nemmeno lui ne l'aveva. Poi il suo corpo ha cominciato a girarsi verso a me, molto piano. No non avevo paura per niente. Ha alzato la sua testa...ho visto...nessun faccia..ma una faccia senza faccia. Una faccia vuota. Non c'erano ne naso ne occhi, ne soppracciglie ne bocca. Piatto. Vuoto. Come un foglio vuoto che giace sulla strada. Mi é venuto la voglia di scrivere qualcosa su questo foglio vuoto! Una voglia irresistibile! Ho cominciato a cercare una penna nele mie tasche e ne ho trovata una. Mi son fermato per un attimo, ho voluto guardare negli suoi ochhi per avere il permesso ma...non c'erano occhi. Ho tenuto la sua faccia con la mia mano sinistra, ho guardato ai suoi occhi che non esisteva e lui non mi resisteva per niente, mi ubbidiva senza dir parola. Mi sentivo familiare a lui, come se lo conoscesse dapprima. Suo corpo non muoveva. Non mi sembrava vivo. Respirava ma non era vivo. Respirava come le barche che dondolano con una onda calma oppuro come la piccola luce del mio laptop che si accende e si spegne in continuo quando dorme. Respira ma non é vivo. Poi ho cominciato a scrivere sulla sua faccia, molto veloce. Si veloce che non capivo cio che scrivevo. Le parole o megio le voci uscivano dal punto della mia penna involontariamente, senza pensare. Quando ho finito scrivere, senza aspettare un attimo, ho gettato lui al fiume. Ho visto il suo soprabito che muovevano come le ali quando cadeva. É caduto come una roccia. Il fiume scorreva molto veloce. Non ho potuto vedere dove ha finito la mia lettera...

Friday 3 July 2009

mağranın dibini boylamak ya da bodrum sıvısı (istanbul modern sergi sarayı)

Bodrum'dan merhaba!
Aman siktiğimin bodrumu. kırmızı turist suratlı, beton gözlü, bezgin yürekli, kırmızı gül romantiği. nası sıcak nası sıcak! oturdum bi yerde internete bağlandım. denize bile girmek istemiyorum datça feribotunu beklerken. dün demirköy'ün orda girdiğimiz mağranın serinliği dinginliği asaleti nerdeeeee, şu bulunduğum noktanın nokta etkili infazı nerde! Dupnisa mağrası o mağra. hatta abartıp fotoğraflarını da koyayım da bütün kafenin interneti çöksün dii mi!
dün güzel bir gündü aman kimse duymasın. ben*, yorgo** ve körmit***. körmit, mutluluktan çıldırmış, regrasyona uğrayıp -doğal felaket gibi- iki aylık haline geri dönmüş orta yaşlı köpek gibi mutluydu köpek gibi! ömründe hiç bu kadar kısa zamanda bu kadar mesafe gitmemişti üstelik gidilen yollar onun dünyası için off-road bile sayılırdı. azdı azdı delirdi yavrum yazık.
bastık gittik iğneada'ya.****
ama evvelinde Dupnisa mağrası'na ve de Demirköy'deki -bakımsızlıktan ve yağmadan, çok beklemiş kadavra gibi kalakalmış- dökümhane yıkıntısına uğradık. Dupnisa Mağrası, bir tepenin hatta küçük bir dpın içi. Olağan üstü bilinç altı, rahim ağzı, buzul kazıl sarkıt dikit bir yer! çok dişi üstelik, ürkütücü ve kavrayıcı, robinson ve robinsonun amı. iki mağra üst üste: alttaki mağra soğuk, üstteki sıcak. sarkıtlar dikitler ve sütunlarla dolu. kah pamukkale kah michelangelo kah ıslak kah pürtüklü kah hareketli kah ölü korkunç ve güzel bier yer. üst mağrada yaşıyan carcar yarasalar var ve insandan çekinmiyorlar bile -turistik yarasalar- biraz organize olsalar saldıra da bilirler sanırım ve umarım. ilk defa hayatımda yarasa sesi dinledim çok çirkefti. mağranın çeperindeki oluşumları birşeylere benzetmemek, hatta sürekli farklı şeylere benzetmek hatta ve hatta sadece aynı noktaya bakarak ardarda milyonlarca farklı şey görüyor olmamak mümkün değil ve ibu yüzden kolektif bir bilinç altı orası. ama sadece bir araç elbet, kolektifliği içeri giren insan sayısıyla orantılı elbet, yoksa mağra kimsenin bilinçaltı değil. öyle değil mi?

offff çok sıcak burası!

mağranın içinde yer yer dar koridorlar ve aniden karşına çıkıveren rüzgarlı koriorlar var. su sesi var hep su sesi. mağraya alttan girdiğimiz yerle çıktığımız yer farklı ülkeler: serinden girip sıcaktan, kayadan girip ormandan çıkıyorsun. gerçi biz çıktığımız yerden çıkmayıp mağrayı bir de yukardan aşağıya yürüdük ve girdiğimiz yerden çıktık. tam çımaya yakın elektrik kesildi ve işte o karanlık...başka bi karanlık. mutlak karanlık! "karanlık" orda yaratılmış sankiii!

orda bol yağlı, peynirli bir gözleme götürdüm*****
gitmeye çalıştığımız yönlere doğru mesafeler artıyor da artıyordu. bir yandan kendimizi feci bir korku-vahşet filmi içinde hissetmeye meyleden fantazi dünyamıza****** uygun bir şekilde hep sanki yanlış yoldan gidiyormuşuz, 10 kilometreler 40 oluyormuş ve bize yol tarif eden insanlar yalanlar söylüyorlarmış gibi zannetmeye çabalıyorduk. dönüş yolu gidiş yolunun yarısı zaman aldı sanki ama tabii..

mağra'dan Demirköy'deki dökümhaneye gittik. yolda çilek tarlası bulduk ama çilek yoktu, amca onun yarine kurumaya yüz tutmuş bir çilek fidesi verdi teneke saksıda. hediye verdi. hediye verdi yorgoya bana değil. ben çileğini yerim fidesini sormam çünkü. çok istedim yol kenarından doğal çilek reçeli alayım ama olmadı. kaçırdık. yok oldular. kader kısmet şans oyunu. dökümhane'nin durumu içler acısıydı. yıklımış, korunmamış, terk edilmiş, yağmalanmaya çalışılmış, yaralayıp bırakılmıştı. toprak altında, inde kırmızı tulalardan yapılmış boyuma göre bir tünel buldum ve girdim. gene ortalarına doğru mutlak karanlığın olduğu yerden de boyumun kısalığıyla övünerek eğilmeden geçince kafayı tosladım yukardaki sivri bir yere. neyse ki çökmedi geçit. vardığı yer de yukardan görünen bahçeydi zaten. kafam taştır benim bişey olmaz pek. acımadı zira önceleri. hatta motor nöronlrımla dalga geçtim başta. canım yanmasın diye beyne yaın yerdeki acıyı uzatmışlardır beyne iletmek için dedim " ya sen bi ayaktan ağrı dolan gel yazık kız hala yürüyo tünelde sen bi gez de gel". fakat bie 10 dakka sonra kafam...güzel olsu :S
sanki güneş altında 2 bira içmişim ya da az bi cugara çekmişim gibi. boşluğa gülmeye başladım. gökçeler karıştı. altıncı gökçe gitti üçüncü geldi bir anda. öyle ki yorgo bile anladı değişimi de hatta bişey oldu sandı bana sanırım. halbuki ben gayet iyi hissediyordum ve bir o kadar da tuhaf. bu sarhoşluk en fazla yarım saat sürdü sonra kafamın ani ani acımaya batmaya başlamasıyla kafa da gitti. normale döndüm. dedim ki hafta bir kafamın en ortasına çekiçle vurayım.

sonunda iğneada'ya vardık, pis ve denizanalı, dalgalı ve bulanık, ılık ve güvenilmez karadenize girmeye. evvelinde 250 kuruşa küçük su ve 4 tl'ye yedi top dondurma yedik. şaşırmamız pek şaşırtıcı değildi. deniz bi garipti. sevmedim. yabancı bir denizdi bana. tanımadığım. ve beni istemiyordu, istenmediğim birşeyin içindeymişim gibi rahatsız ediciydi deniz. gelişigüzel bir yerlere atmak istiyordu sanki beni gittim ya da gitmek istediğim yöne hiç ehemmiyet vermeden. çocğum olursa ona Ehemmiyet Hanım diye efsanevi bir büyük teyzesinin olduğunu anlatacağım. öyle bir bahsedeceğim ki bu kadından, çocuğumun görünmez arkadaşı haline gelecek.

iyi peki güzel. sonra?

sonra kıyıköy'e döndük -döndük çünkü geride kalmıştı-,-geri dediğim istanbul-, - tamam-, yapılan programa harfiyen uymalıydık ve programın son kertesi, kıyıköy'de rakı balık yapmaktı. saat on olmuş olsa da yaptık işte! oturduğumuz terastan kıyıköy'ün dalgakıranı ve sonsuz karadeniz görünüyordu ılık da bir rüzgar vardı, üşüyorum diyen yalan söylemiş olurdu -güzel detay gökçe-, -a saol-. gözümün önünde kalan görüntülerden biri de yanıp sönen o minik fener ve karararak sonsuza doğru giden kara karadeniz. güzel bir sahne. kocaman bir boşluk, karanlık sonsuz bişey! üstelik azgın ve seni yememesi, onun kendi merhametine kaldığı için yaşayabiliyorsun sanki. şimdilik...sanki..

sonra nerdeyse bir anda döndük istanbul'a. saat iki mikiydi. sanırım bi tek kermit yorulmamıştı. ve insan göçmen kuş misali şimd burda güneşte bırakılmış çok-çiğnenmiş-çiklet bir sayfiye yerinin ortasındayım. aslı erdoğan olsam da biraz serinlesem bari..dur ya da ben çay alayım..








*gökçe db
**yorgo bildiğin yorgo işte
***annemin 13 yıllık opel corsa'sı
****yorgo'ya bu ilk uzun mesafe araba yolculuğunda desteğini bilerek ve bilmeyerek eksik etmiyen dilek bektaş, gökçe d balkan ve kermit corsa'ya sonsoz teşekkürler
*****karnım inik gibi artık karnım yeah! yok pornocu olmicam vazgeçtim sıkıcı ama karın kası yapacğım, bi takıntı lazım, en kolayı buydu.
******yorgonun fantazisi benle hiç alakası yok! ben sadece oyuncuyum ben suçsuzum bana işkence yapmayın öldürmeyin beni noolur sweet home alabamaa!



NOT!: benim bu ani duruş kalkışlarım, bu asabiyetim, bu debriyajsızlığım gene iki filtre kahvenin bedeli. hatırlamalıyım! benim bedenimin normal insanlardan daha küçük olduğunu, dolayısıyla metabolizmamın daha hızlı olduğunu, bünyemin de küçük boylu olduğunu; dolayısıyla normal insan ölçülerine göre ayarlanmış olan hayatın ayarıyla oynamadan yememem, çiğnememem, yutmamam gerektiğini hatırlamalıyım!