Monday 31 May 2010

adanın ilk uyku mahsulü

evet dün gece yorgun argın ve götün çürük bir biçimde yattım cam kenarı yatağa. panjurları da açtım. defalarca uyandım sabah fekat bu rüyayı sanıyorum sabah gördüm evet. şimdi dört kişiyiz. üç adam ve bi ben, adamlardan birinin yaşı bana daha yakın. biz dört kişi, dağlar çıkıp inip, kapılardan geçip kimselerin giremediği bir yere giriyoruz. gene bir dağın içi, gene tapınak gibi ama daha fütürist zamanlar. özel korumalar, uzay gemisi gibi sürekli açılıp kapanın kapılar, bi kapıdan ötekine bize eskortluk eden ciddi ciddi adamlar...burası Roger Waters'ın tasarladığı ve yaptığı bi yer. sanki herşey kalın mikadan ve mika üstü üste binince mavi mor degradeli görüntüler oluşturuyor ortamda -fütürist saykadelik ya da hi-fi sykadelik mi demeli-
nihayetinde vardığımız odanın zemini eğri. yani düz bir zemini yok, eğri büğrü, inişli çıkışlı. basık tavanlı, pastel mor mavi ışık ve renk hakim, karanlıkçana, tek bir tane büyük filtreli cam var, ordan gelen ışık da dolayısıyla eflatunumsau, sıkışık bir alan ve kalın sütunlar var. duvarda Bob Geldof'un saykadelik bir portresi var. sebebi ziyaretimizse, işte roger Water tarafından tasarlanmış olan efsanevi müzik cihazı! dört kalın ve köşeli sütun, sütunların arası 2 - 2,5 metre, sütunların köşeleri oluşturduğu bu kare alan, ortasına doğru yerden 1 metre kadar yükseliyor sert bir eğimle. fakat mekanda sütunlar dışında hiçbirşey köşeli değil. bu tepenin üstündeyse dört kişinin aynı anda müzik üretebileceği enstrumanlar var, iki tanesi tepeye entegre, dolayısıyla görünürde birşey yok ve sen aslında o tepenin yüzeyine dokunarak ses çıkarıyorsun. yaşı bana yakın olanla benim önümüzde şekli bozulmuş klavyeler var.nasıl desem...benimki kırmızı ve sanki eritilerek birbirine geçirilmiş plastik dairelerden oluşuyor, üstündeki klavyesi de kırmızı yuvarlak tuşlardan oluşuyor ve 5 ya da 6 adet tuş var. benimkisi daha çok akor ya da bas kafasında bir alet. öteki çocuğun ki koyu gri, biraz daha büyük ve uzun ve belki biraz daha dikdörtgen biçimli ama gene de distort, onda da gri klavye, tuşların biçimini hatırlamıyorum bildiğimiz piyano klavyesinin incesi olabilir ama bunda epey tuş var. hatta ben bu alete bakıp "acaba ben onu mu alsaydım.." diye düşündüğümü hatırlıyorum. burda istediğimiz kadar kalıp takılma hakkına sahibiz. sanki üzerlerimizde koyu gri takım elbise var ağız birliği gibi. tuhaf..aleti denizyoruz biraz, o sırada tepenin ortasında da yassı gri bi kutu var üstünde ışıklar filan yanan, aletin nesi bilmiyorum fakat ben bi tuşla başka bişeye basınca bu aletten şeffaf plastik kağıt ay ne deniyordu o kağıda?? neyse şeffaf-plastik-kağıda basılmış mavi mor lekelerden oluşan bir desen mesen resim çıkıverdi. meğer o alet her ne ise, aynı zamanda duyduğu seleri görsele çeviren ve basan printerımsı bi aletmiş.
biz çok heyecanlıydık burda takılacağımıza, başımızdaki çekik gözlü görevlinin gitmesini bekliyorduk. çünkü bu zamansız ve kopuk mekanda istediğimiz kadar kapanıp müzik yapıcaktık. üstelik muhtemelen -rüyada kafamda her ne kadar pink floyd saykadelik soundu çalıyor gibi oluyorduysa da- hiç duymadığmız soundlar ve sesler keşfedicektik...


ve uyandım.

ve perde.

Saturday 29 May 2010

bugün deniz bi soğuktu




1) "bifor" - fotograf: cüneyt - konsept: müge
2) "aftır" - fotograf: müge - konsept: cüneyt

karacabey'e karacabey'den





1) Hikmet'le Karacabey'e otobüs biletimiz. Ben bileti alırken Hikmet'in soyadını hatırlayamayınca, gişedeki kız da kafadan uyduruvermiş Hikmet'i bana.

2) Bursa otogarı. Bu arada asker yollama mevsimi. Uğradığmız durduğumuz her otogarda çeşit çeşit kutlamalar vardı. İnadımdan hiç fotoğraf çekmedim. Davul zurna göbek atanlar, kah kah göbek atanların arasında ağlıya bağıra bayılan analar, ellerinde fişekler sırtlarında türk bayraklarıyla otobüsün önünde durup gitmesini engelleyip holigan gibi istiklal marşı söyleyenler, ordan oraya koşuşan rengarenk kıyafetli çingene mahalleleri...

3)Panayırda dolanırken, bi alandan ötekine geçmek için çamurlu sulu dar hendekleri atlamak gerekebiliyo. Benim gibi önüne az bakan biri tabii ıslak çamuru üstten kuru zannedip zooortç diye içine girebiliyor. Batarken arkamdan çeken Hikmet tarafından kurtarılıyorum nihihohahu

karacabey'de koray abi'yle hikmet





karacabey





1) Bağıra çağıra pazarlık
2) Yoncacı amcayla Hikmet (yonca atların herşeyine iyi geliyormuş ama yonca yetiştirmek için tarla ekicek alan gerekiyormuş, bu yüzden Hikmet de adaya yonce getirtmenin yolunu bulmaya uğraşıyor)

karacabey





karacabey çingene meydanı





1) işte bahsettiğim fantazi kalesi
2) çingene kızların halka attırdığı tezgah





5) Kamyonun önünde dövüşe tutuşan iki at. Anında Koray abi tarafından ayrıldılar.

karacabey'de koyunlar





karacabey ovırekspoozd




karacabey ovırekspoozd







1) ölmekte olan at
ve diğerleri

Kracabey'de inekler




karacabey'de atlar ve Fatoş







Bu panayıra arabacılar, faytoncular falan geliyor. İnek, koyun almaya gelen de oluyor. At satanlar ve at kasapları koş geziyor. Panayırın bi yanında da çingene çadırları var. Onlar da orda panayıra gelenlerin gece eğlencesini sağlıyor. Lunapark salıncaklarından tut da, halka atıp sigarayı tutturana kadar senden para isteyen genç çingen kızlara kadar. Bir de garip fantazi bi oyun var: koca bir futbol kalesi var, çingen kız kaleye geçiyor, bilimum erkekler de sıraya dizilip kıza şut çekiyor. Kızların başka ne hizmetler verdiklerini de tahmin etmek zor değil tabii. Küçücük küçük çocuklar da etrafta bağıra çağıra göbek ata ata geziniyorlar. Koray abi, Hikmet ve ben bu kızların ordan geçerken önce Koray abiye sardılar, gömlek cebinden sigarasını aldılar, ahlka atsın diye ısrar ettiler "para verme bak para verme sen gel" diye. İkinci geçişimizde, Hikmet kavis çizerek kurtardı bu sefer bana sardırdı iki kız. "Kııııız...Şşşşş" ban bakmadım, "Kız Fatooooooooş!" deyince döndüm baktım. "Dövmen ne güzelmiş" dedi geldi yanıma. "Nereye kadar gidiyo o?" şuraya kadar diye tam gösterirken kendisi açtı tişörtümün yakasını aşağıya kadar baktı "Haa kısaymış".
Öteki geldi
-"güzel olmuş dövmen acımadı mı? "
--"yok çok acımıyo" dedim.
-"nerde yaptırdın?"
--"taksim"
-"aa taksim. biz daha istanbul'a gidemedik göremedik bee"
sonra öteki geldi "ama iyi araştırdın mı dövme günah diyolar?"
--"yoo hiç bilmiyorum öyle miymiş?"
-"güzel ama dövmen...denize girerken güzel durur"

deyip uzaklaştılar işlernin başına. O andan itibaren benim adım Fatoş oldu.
Panayırda ölmek üzere olan hatta can çekişen birkaç at vardı. Açlıktan geberiyorlar çünkü. İneklerinse, sütü bol inek satmak için sağılmamış memeleri davul gibi olmuş, yürüdükçe uçlarından süt damlıyordu. Kim bilir ne biçim ağrıyordur. Hayvanları getirdikleri kamyonların kenarına bağlayıp o sıcakta tüm gün güneşin altında bırakan imsafsız sahiplerle doluydu ortalık. Bir tanesi vardı kamyonunun yanına tente kurup, hayvanları gölgeye alan. Koray abi hemen dedi "bak işte hayvanını seven hemen belli oluyo.." diye.

Panayırın ilk günü olmasına karşın son günü gibi boş ve anlamsızdı. Toki almış panayır kurularn araziyi, geliyor ağır ağır deprem gibi. "Bitti artık at üreticiliği falan...bitti yani ülkede kalmadı ki" diyor Koray abi.

Fotoğraflar genel panayır görüntüleri fakat ikincisi, bakımsızlıkla kışlık tüylerinden arındırılmamış bir at fotoğrafı.

karacabey...



Sonunda Hikmet'i kandırıp kendimi Karacabey at panayırına götürttüm. Durum fecaat tabii. Ölmek üzere olan atlar. Memeleri sağılmamış ağrılı inekler ve zavallı koyunlar. Ayrıca artık panayır da olamıyor zira o araziyi tokican almış. Panayır zaten bitik ama...fena.