Tuesday 29 June 2010

film?



film bitti ama isim yok.

Friday 25 June 2010

başbakan güvercin ve kel burgaz




ben bu fotoğrafları hiç sevmedim.

yağan yağmur



kartal'a doğru yağan yağmuru
tuzluktan boşalan tuz gibi görüverdim

"yoo hayır!"

lars von trier'in kadın deccal'i



antichrist'ı izledim. tabii ki tipik bir LVT efekti olarak fiziksel zorluklar çektim filmi izlerken ve sonrasında da sürdü. buna alışığım. çünkü lars von trier, insanı sanki kendisi yaratmışcasına çok iyi biliyor nasıl işkence yapacağını. kendisi de işkencede sürekli o başka. film çok sert eleştiriler aldıydı: "gereksiz vahşi, mizojin, dünyanın en iyi yönetmeninin en kötü filmi" falan gibi.
öncelikle bir tecrübe olarak bu film kanımca çok başarılı. yani filmi izlediğimde içinden geçtiğim şey gerçek. hani filmin son yirmi dakikasında ve film sonrasında da kalp çarpıntısından kurtulamamak ve ellerimin soğuması gibi gerçek. anlatabildim mi?
benim açıkçası filme ilk yapacağım değerlendirme "kadın düşmanı" olmaz çünkü deccali kadın olarak yorumlamanın doğru olduğunu düşünüyorum. gerçi bu dediğim, filmin kadın düşmanı olarak değerlendirilmesini engellemez, orası öyle. anne olmuş bir kadın, çocuğunun (ve çocuğu erkek) ölmesine göz yumduğu (dolayısıyla öldürdüğü) anda kıyamet gelecek. doğacak son erkek çocuğu yok ederek hayatı öldürüyor kadın. kadın/anne, doğan son erkeği/çocuğunu öldürüyor. hayat veren kadın, doğuran kadın ve bunu yapmayı kestiği anda (erkeği de kadını da çoğalamaz hale getirdiği, hadım ettiği anda) dünyanın sonunun geleceği yorumunu ben anlıyorum ve zekice buluyorum. cennet bahçesinde (Eden ormanı) havva ile adem. bu kıyamet filminden sonra başka film yapmayıp sıradışı bir şekilde öleceğini düşündüm ben lars von trier'in.

film iki taraftan da izlenebilir durumda. bu anlamsız şiddeti dini göndermelerle izliyoruz ve aynı zamanda da çocuğu ölmüş bir kadının deliriumunu izliyoruz. psikolojik gerilim ya da fanatik fantastik dini bir film. her ikisi de oluyor. bu noktada filmin kilit sahnelerinden biri bana kalırsa, bacağına demir sokulmuş ve taşakları patlatılmış yerde yatan Willem Dafoe'nun gece gözlerini açıp pencereden gökdeki yıldızlara bakarak "böyle takım yıldızları yok ki..." demesi. o bilimselliği oraya sıkıştırması.

willem yani erkek olan yani adem bilimi, mantığı
charlotte yani kadın olan yani havva ise doğayı ve kaosu savunuyorlar.

ayrıca film öncesi araştırmalarından çok etkilendim ekibin. lars von trier filmi yaparken bir senedir filan depresyonda ve filme, normalde verdiği eforum yarısını verebildiğini söylüyor. willem'e ve charlotte'a tarkovsky'nin the mirror filmini izletiyor. willem, terapistlerle çalışıyor filmden önce. charlotte'a da çeşitli porno filmler göstermenin yanı sıra,
-burası ilginç- the night porter'daki charlotte rampling rolünü çalışmasını söylüyor. anladık değil mi?

ve filmde duyduğumuz tek isim çocuğun ismi. gerisi anonim bir kadın ve erkek. ve bir de dikkatimi çeken, prologla epilog arasındaki bölümlerin isimleri. bölümlenme hem bir din kitabı hem bir tragedya gibi ama hem de bir psikozun evreleri gibi. bireyde psikoz - kaos ve kıyamet analogu görüyorum ben burda.

ve aslında film bugünün estetiği ve zamanı ve teknolojisi ve kurgusunda olsa da, tam da kadının tezi için yaptığı araştırmalarda görünen ortaçağ illüstrasyonları üzerinden gidiyor herşey. aynı pornografik dil. çok başarılı.

antichrist'ı sadece porno, mizojin, gereksiz vahşet diye değerlendirip bırakmak bence çiğ. çünkü göndermeleri açık, vahşetin de sapkınlığında hiçbiri sadece fantazi olarak yer almıyor orda. bence çok başarılı ve hiç boşluğu olmayan (görsel dili de, ses tasarımı da çok başarılı) bir genesis ve kıyamet yorumu.


filmin çok çok iyi bir analizi işte aşağıdaki linktedir:

AŞAĞIDAKİ LİNK


ve Händel'den lascia che io pianga. filmin prolog ve epilog bölümlerinde içimize çöken aria:

lascia che io pianga


Monday 21 June 2010

topranmış ıslak kokuyor

dün akşam saat beş buçukta teşvikiye'den çıkmak üzereydim ada yolunda ve tam o andı celalli bir fırtınanın koptuğu ve göğün mükemmelen karardığı, şimşeklerin çakıp yerdeki herşeyin sarmallar çizerek gökyüzüne doğru yükseldiği. sonra bir yağmur boşaldı bir an ve sakinleşti. beş dakika sürdü. benim geçtiğim yollarda fırtına, görünmez bi tokat ve serin bir ıslaklık olarak hissedildi. ama burgazda bir an için bilinçler kararmış.
herşey güneşli ve şırıl şırılken, aniden lodos tarafından hortum misali patlayan fırtına beş dakika dayak atmış burgaza. ağaçlar devrilmiş yollar kapanmış, elektrik direkleri yerlerinden sökülmüş, kulübün tahtaları, tenteler havalara uçuşmuş.
ipek tam bu sırada kulüpte, korkuyla kendini deniz kenarından iç taraflara doğru atarken herkes gibi,
bir anda yığılmış yere. öylece kalmış. bir daha da kalkmamış.
hemen ardından büyü gibi dinmiş kızgın lodos. ipek'i kaldırıp hastaneye götürmüşler suratı mor.




vapurdan ben,
tanımadığım bir adaya indim.
yollar nefessiz, ev yabancıydı.
kafamın içini sis basmış da burnumun ucunu göremiyordum sanki.
hissiz. noktalar flulaşana kadar dalıp gitmek. hiçbir yere.
ipek öldü.
ne demek?
ipek öldü ne demek?
öldü ne demek?










havası bitmiş oda, keçeden duvarlara bağırmak gibi
bağırıp da duymamak gibi
bağırdığını görmemek gibi
derini hissetmemek gibi
hiçbir şey hissetmek gibi bir şey.
ölü kokusu değil
ölüm korkusu değil
ölümün kendisi.
hiç
ve tuhaf.

Thursday 10 June 2010

Terzopoulos - Ajax




Terzopoulos'un Ajax oyununun Münster prömiyerini izledim dün akşam.
Sofokles'in Aias oyunu. Terzopoulos tekstin sadece küçük bir kısmını alıp onu loop ederek kullanmış. Sahnede, içi kırmızı dışı siyah boyalı küçük bir yalağı ya da tabutu andıran tahta kaplar var. Bu kaplar sahneye haç biçimi yapacak şekilde dizilmiş. Işıklar açıldığında tam bu haçın ortasındaki üç yalağın arkasına oturmuş üç adam görüyoruz. Adamların üstleri çıplak, altlarında beyaz tozla kirlenmiş siyah pantolonlar var, kafaları yalakların içinde, kolları dışarda hafif hafif gülmeye başlıyorlar. Gülmeleri giderek şiddetleniyor çok yavaş. Uzun süre kafası kırmızı yalağın içinde titreyen omuzlar ve sırtlar izliyoruz. Gülme ağır ağır şiddetlenirken aynı zamanda yavaş yavaş doğruluyorlar. Doğrulduktan sonra bir süre daha kahkaha atıyorlar ve yavaş yavaş ağlamaya dönüşüyor şiddetli kahkahaları. Tüm bu "pelvis" kahkahaları ve ağlamaları 10 dakika falan sürüyor, inanılmaz bir performans. Ağlarken de yavaş yavaş gene önlerindeki yalaklara doğru eğiliyorlar tekrar. Bir noktada yalakları çevirerek içini bize gösteriyorlar. Yalakları bize doğru çevirdiklerinde salyalarının ve göz yaşlarının aktığını görüyoruz ve ıslanmış kırmızı, kan gibi görünüyor. Yalaklar tekrar eski hallerine geliyor ve kafalar gene yalaklara gömülüyor. Tüm bunlar 10 ila 15 dakikalık bir süre içinde çok ağır bir tempoyla ve müthiş bir grup tansiyonuyla yapılıyor.
Tüm oyundaki ritm sadece grup tansiyonuyla sağlanıyordu. Gerçekten de çıkan har ses, artık ısınmaktan incelmiş olan pelvislerinden geliyor. Titreyen pelvisler bir saat boyunca...



ŞİDDET GURUR KAN KURBAN

Aias oyununun, Aias'ın çadırının içinde ve dışında katlettiği sahnenin tasvir edildiği kısmını kullanmış Tezopoulos. Tekstin, Aias'ın kaç hayvanı nasıl, ne biçimde katlettiğini tüm detaylarıyla anlattığı kısmı. Bu kısmın ard arda üç kez tekrar oynanmasından oluşuyor tüm oyun. Her seferinde üç kişiden biri ana anlatıcı, diğerleri de koro oluyor. Üçü de hem Aias hem de anlatıcılar. Haç biçiminde dizilmiş, ters dönmüş yalak biçimli o tahta kapların üzerinde duruyor,yürüyorlar ağır ağır.

Üç Aias/anlatıcıdan biri yaşlı, biri orta yaşlı, diğeri genç. Oyunun içindeki ilk oyunda, ellerinde Aias'ın intihar ettiği bıçaklar (hikayede kılıç diye geçiyor) var. Ve sonunda anlatıcı o bıçaklarla kendini defalarca bıçaklıyor. Sonra diğer Aias/anlatıcılar, elinden alıyorlar bıçağı. Sıfır noktasına gelip, oyunu boşaltıp, yerlerini alıp ikinci oyuna geçiyorlar.




İkinci oyunda gene aynı hikaye tekrar ediyor, bir diğer oyuncu bu kez anlatıcı/Aias. Bu sefer ellerinde, Aias'ın hayvanları katlederken kullandığı satırlar var. Sonunda anlatıcı/Aias satırı kendine vurup satırdaki kendi aksına bakarak histerik bi şekilde gülüyor. Bu böyle takrar ediyor bir süre loop halinde. Sonra gene diğer iki oyuncu gelip satırı elinden alıyorlar. Üçüncü tekrardaysa hayvanları biçtikleri silah bu kez kırmızı, topuklu bir ayakkabı (Athene'yi temsil ediyor olmalı). Bunun sonunda Aias/anlatıcı kendini iki kırmızı ayakkabıyla boğuyor ve sonrasında diğer oyuncular gelip ayakkabıları onun elinden alıyorlar ağır ağır. Böyle döngüsel bir kurguda şiddet tekrar ediyor.




Ve sonunda tüm kutular kırmızı içleri bize döndürülmüş biçimde diziliyken, üçü de yalakların aralarına oturuyorlar, ard arda arkaya doğru kaykılırken nefes alıp yalakların içine doğru kapanarak nefes veriyorlar. Böyle can verir gibi kıçlarının üstünde sürüne sürüne ilerliorlar uzun süre ağır ağır.(bakınız youtube linki) Ve ışık çok yavaşça kısılarak kapanıyor. Nefes sesleri duyuluyor karanlıkta bir süre daha. Işık tekrar açıldığında, yalakların arasında ayakta dimdik durdukları fotoğrafını görüyoruz son olarak.
Terzopoulos da buradaydı dün akşam ve birlikte selam verdiler..



WHEN GODS DESIRE IT, YOU MAY LAUGH OR CRY

Oyundaki ritim tekrarlara dayalıydı. Üç kere başa döne döne takrar eden hikayede anlatıcı olmayan oyuncular koro oluyor, belli bir ritmde tekrar tekrar aynı hareketleri yapıyor, aynı sesleri çıkarıyorlardı (e koro da bu zaten). Dolayısıyla hareket dizgesi de, hikaye de, hikayede anlatılan şiddet de sürekli döne döne devam ediyor ve bitmiyordu.
Tekstin bir yerinde "when gods desire it, you may laugh or cry" diye bir laf geçiyordu. Oyunun açılışındaki gülerek başlayıp ağlayarak devam eden delirium sahnesine direkt bir göndermesi olduğunu düşündüm. Bu arada tekrarlanan üç oyun da, Aias'ın deliriumunun devamı, uyuşması, hafıza kaybı gibi "ne zaman? nerde? ben mi? hayır ben değil! Aias!" sözleriyle bitiyor ve bu sözler aynı zamanda sonraki takrarın başını teşkilediyordu. Dairesel ya da belki spiral bir kurgusu vardı bu anlamda oyunun.
Tekstte yüzlerce hayvanı nasıl zevkle ve doymaz bir öfkeyle ve ard arda öldürdüğünü anlatırken, kurguda da bunu tekrar ederek tam bir delirium döngüsüne sokuyordu herşeyi. Bazen ellerindeki satırlarla suratımıza ışık yansıtıp bizi kurbanmışız gibi tehdit ettikleri oluyordu.



KIRMIZI IŞIK - İNTİHAR

Beyaz ve kırmızı ışık kullanılmıştı. Hikayenin başında genel hafif bir beyaz ışık aydınlatıyordu sahnenin genelini ve intihar anlarında kırmızı spot ışık kullanılıyordu. Her üç seferin sonunda Aiaslar ellerindeki silahları diğer oyunculara vermemekte diretiyorlar, direnç gösteriyorlardı. İntihar sahnesi de takrarlardan oluşuyordu, intihar etme jestleri ve sesleri artarak tekrar ediliyor, ölmeye ve öldürmeye doyamamış Aiaslar, silahları ellerinden alınsın istemiyorlardı. Burda sanki biraz da, Aias'ı oynayan oyuncunun da kendini bu deliriuma kaptırması,oyunun bittiğini fark edememesi, diğer iki oyuncu oyundan çıkmışken üçüncü oyuncuyu ancak elinden silahını alarak uyandırdıkları izleniyordu.


SAVAŞ UÇAKLARI

Benim belki de tam olarak anlamadığım bir nokta var: Her üç tekrarın başında oyuncuların ruh halleri başa dönüyor ve absürd, neşeli bir keman sample'ıyla birlikte uzaktan geçen bir uçak sesi duyuyorduk. Tüm oyunun sonundaysa o uçak sesi yaklaşıp bir bomba atıyor, bomba patlaması duyduk. Ardındansa hep tekrar eden keman sample'ını ve parçanın devamını dinledik, kısa ingilizce bir nakarat. İngilizce olmasına rağmen sözlerini yakalıyamadım ya da ne olduğunu bilemedim fakat sanki bu uçak ve bomba sesi direkt bir savaş göndermesi yapıyordu. Şarkıysa sanki bezgin ve savaş tarafından lanetlenmiş bir savaş şarkısıymış gibi geldi bana...emin olamadım.



KAN VE ŞEHVET



İlk Aias, hikayenin bir boğanın taşaklarını kestiğini anlattığı noktasında yerden aldığı içi su dolu torbaları tam kafasının üstünde birbirlerine vurarak patlatıyor ve tüm su, çıplak bedenine boşaldığı anda üstüne kırmızı spot ışık açılıyordu. Kırmızı ışık altındaki ıslak beden "kan revan içinde" kalıyordu. Sonra pelvisten kasılmış titreyen bedeniyle, bacaklarının arasında bıçaklarını bilemeye başlıyordu ağır ağır ve şiddetle. Bir bıçak önden, diğeri arkadan gelip tam apış arasında bileniyordu. Sonra da defalarca karnına girdi o bıçaklar. Kendini becererek öldürdü sanki bir sürü kez. Ve o da kendini deştiği silahını diğer iki oyuncuya vermekte direnç gösterdi sonunda.

Şiddetin doyumsuzca ve sonsuzca ve anlamsızca loop ettiği bir kurgu, hem katil hem de kurban olan Aiaslar...


Son olarak...

Haç - ölüm ?

Kaplar - içi kırmızı dışı siyah - savaş, ölüm, tabut, yalak (çünkü öldürdüğü hayvanlar hep koyun ya da boğa ya da at ya da koç)

Bıçak, satır, kırmızı topuklu ayakkabı...

Kırmızı ışık - intihar, kan, kurban

Kahkahalar/ağlamalar - delirium

Uçak sesi - savaş..

Fakat neden 3 tane Aias olduğunu bulamadım. Nitekim 2008'de Tokyo'da oynandığı halinde üçten fazla Aias var, ordu misali, bakınız: youtube'da 2008 Ajax oyununun sonu





ve çok güzeldi!


- sevdik mi?
- eeveeeeet


(fotoğraflar flicker'dan)

almanya'nın ilk gecesi kabusu

bi kabus gördüm az evvel.
sanki adada bi yerdeydim ama benzemiyor da.
dik bi yokustan iniyorum, normal de hep girdiğim bi bahçe var,böyle yıkık dökük minik bi yer.
tam ona giricekken, bi koyun cıkıp bana 'gelmesen daha iyi! uzaklas!' diyor.
ben sasırıp uzaklasıyorum. etrafını dolaşıyorum bahçenin ve diğer tarafına geldiğimde,
benim normalde sevdiğim yıpranmış tüylü tekir bi kedi var, koca kafalı
o atlıyor bahçeden dışarı ve delirmiş gözlerle üzerime saldırıyor. ben de saldıracağını anladığım için kendimi koruyorum ama
hayvanı öldürmeye çalışıp öldüremiyorum.
indirdiğim her darbe hayvanın bi yerinin kırılmasına ya da kopmasına neden oluyor. gözlerime bakıyor şaşkınlık ve acıyla!
korkunç!
boğmaya çalışıyorum, gırtlağını yutakını falan hissediyorum avucumun içinde aaaargh gene yapamıyorum!
hayvanın durumu korkunç!
sonra burak çağırdı ve uyandım...

tuvalette kendi kendime rüyayı hatırlarken de ağladım.

çok çok korkunçtu.

o beni uyaran koyun ve bu şiddet dünkü Ajax'tan...

ama...




ama aslı astarı başka.

Sunday 6 June 2010

Untitled



Untitled

2010

Jonathan Mc.Seagull

Tate Modern, special collection

Friday 4 June 2010

önce rüyanda görür sonra binermişsin

dün gece ilk kez ata bindim utanarak söylüyorum.
sakineyi bi önceki gece rüyamda görüp tanışıp koklaşıp, dün gece de üstüne bindimm.
burjuva bekaretimi, omurgasınan yardı özellikle aşağıya doğru inerken.
çıkarken neyse de.

ah sakine sakineee

"hassiktir koltuk burdaaaa!"



ve gecenin ilerlemiş saatlerinde ben işemeye gittiğim sırada bu edayla herkesi yolundan döndürMÜŞÜM. koltuğumuzu bulMUŞUM! tabii işeMİŞİM de!

Thursday 3 June 2010

"hassiktir koltuk geliyoo!"

evet bu replik, çamakya'da müge ve cüneyt'le oturmuş bıdı bıdı konuşurken kafamı sola döndürmemle gördüğüm manzara karşısında ilk verdiğim tepki oldu.
sonra cüneyt kalktı taş attı.
elbet düşman uzaktı.
sonra "düşman değil o! üstüne binelim! yüzelim üstüne binelim!" demeye kalmadı,
koltuk geçti gitti şaşkın bakışlarımıza cilveli salınımlarla cevap vererekten.

hayatımızdan strafor bir koltuk geçti...

mademoiselle cosmos

mademoiselle cosmos der ki. bu yaz da bir stop-motion yapalım artık.
evet konu bulmalı. konu. hadi.

uzun rüya

uzun rüya.
Sakineyleyim.(Sakine hikmet'in atlarından biri)sadece Sakine ve tek bir yük arabası. Sakine her zamanki gibi insan tavırlarla gözleriyle beni takip ediyor hep. onunla yarışmaya katılıcaz ve ben tüm gün onunlayım. Sakine'yle olan bu kısımlar epey uzundu, yan yana geziyorduk, göz göze geliyorduk sık sık ve bu konuşmak gibiydi, seviyordum onu ben, o da başıyla seviyordu beni. fakat daha en başından itibaren kızacağından veya parlayacağından, beni itip gideceğinden korkuyordum. ama sakinliğimi koruyordum ve hep göz göze geliyordum. (bu arada hakkaten Sakine'nin bakışları ve gözleriydi rüyamdakiler, bu sahneye az şahit olmuş olsam da gerçek hayatta) sonra bekleme yerine geliyoruz. tüm atlar kafaları duvara dönük biçimde bağlılar, arkalarında da arabaları. bir sürü insan ortalıkta. fakat bu arada atın sahibi kenan. kenan orda değil ama. akşam oluyor ve ben Sakine'yle konuşurken ederken, Sakine arabadan kurtulup yanıma geliyor gene sarılıyoruz vs. fakat sonra hep korktuğum şey başıma geliyor ve Sakine huzursuzlanmaya başlıyor. ben Sakine'yi tutamamaya başlıyorum. birşeyler yedirmeye çalışıyorum ama itiyor elimi. etrafa diyorum ki "kenan'ı çağırın" insanlar koşturuyor. Sakine beni ite ite dışarı çıkarıyor, birbirimizi ite ite durabiliyoruz yoksa Sakine parlayıp gidecek ve ben de devrilicem. Sakine'nin lahmacun sevdiği söyleniyor, birileri koşuyor lahmacun almaya. bu koşuşmaca sırasında yarışın yapılacağı şehri görüyorum biraz, hava kararıyor filan. tunus'un deniz kenarı eski kentine benziyor ya da antalya'ya. Sakine'nin beni dışarı çıkardığı nokta ortası düzlenmiş orman bi alana açılıyor. düzlenen alan temel açılmak üzere kazılmış, sarı tutuncu bir toprak çıkmış, etraf orman. sakine beni terkedip içeri girdiğinde ben etrafıma bakıyorum. bikaç görünütü var: bi tanesi etrafı kayalarla çevrili çok derin bir çukur, bir temel çukuru. sanki tünel kazılmak üzere açılmış bit çukur. dumanlar çıkıyor, spot ışıklar var. ürkütücü ve çukurun içindeyse fraklı takımlı, uzun politikacı şapkalı, uzuun beyaz suratlı karikatür bi adam var. incecik bacaklı, beyaz patlı suratlı, elinde baston. kollarını bacaklarını sallıyarak bişiler söylüyor çukurun dibinden. karışan bir diğer görüntü, daha evvel gördüğüm orman ortası düzlükte: düzlüğün ortasında antresit rengi granitten kocaman tak gibi bir kapı. site giriş kapısı ama daha çok bir mezarlık kapısına benziyor. burası yeni yapılmiş bir sitenin kapısı ve ben aynı anda bu sitenin reklam filmini izliyorum. hülya avşar anlatıyor, handycamle çekilmiş belgesel tadı olan bi rklem filmi izliyorum, hem uzun. hülya avşar, evleri mevleri anlatıyor, sonra çağan ırmakın karısıyla buraya taşındığını söylüyor. o bunu söylerken çağan ırmakı, karısıyla (karısı 60 70 yaşlarında, boynu fularlı beyaz kabarık saçlı bir adam) tak gibi girişin hemen içindeki, her duvarı cam kutu gibi evin içine girerken ve çıkarken görüyorum, kuş sesleri, acemi kamera tutuşları, netleyemeyen objektif numaraları ve kamraya bakarak saçma sapan gülümseyen çağan ırmak (ama çağan ırmak biraz harun kolçaka benziyordu). bu garip ve sessiz filmi izledikten sonra -ki aralarda unuttuğum binlerce detay var kahetsin. çünkü uyanmamaya özen gösterdim rüyayı görmeye devam edebilmek için ama uyandırılınca kayıp gitti detaylar- atların durduğu yere geri geliyorum. Sakine bana yan yan bakıyor, ona bakıp konuştuğumdaysa burnunda soluyup kafasını çeviriyor. nihayet kenan geliyor ve arkasında yerde serilmiş gastelerin üzerinde duran lahmacun ve yeşillik yığınını Sakine'ye yedirmeye başlıyor. arada bir o da yan yan bakıyor bana sanki Sakine'ye bişey yapmışım gibi. ben Sakine'yle bu kadar iyiyken aramız, ne oldu da bu hale geldi hiç anlayamadığımı düşünüyorum. Sakine bana hiç yüz vermiyor. yarışa katılıyor muyuz katılmıyor muyuz bilmiyorum.. buralarda uyandım.