Monday, 8 December 2008

küçük harfli hikayeler

günlerdir regl olmuyorum ama ağzımda bir kan tadı...

yaşasın macadamia! bu sesbze kökü tadlı yemişten türkiyede yoksa dönmüyorum geri!

abdullah abi'yle döndüm gene augsburga. gene başından binbir türlü şey geçmiş, bir sürü kadın geçmiş ve geçiyor: bulgar yugoslav şişlili ermeni yugoslav rus alevi...karısı gene kıskançlık yapıp (hem de onca kıskanılacak şey varken bu sefer yalan bir haber üzerine) ayrılmış abdullah abiden. on gün sonra iftira olduğunu anlayıp geri çağırmış. abdullah abi de tam ayrıldıklarına sevinmişmiş ama onun için yaptıklarını (yaptığı para yardımlarını) düşününce 'hayır gelmiyorum' demeye vicdanı el vermemiş karısına. şimdi ütüsünü bile yapıyormuş karısı. onun dışında türkiyedeki karısına ve çocuklarına parayı gizli gizli gönderiyormuş. büyük oğulun, bahis belasından hala sekiz milyarlık borcu varmış.
bir de bulgar var şimdi...eski bulgar gene çıkmış karşısına. bir büyük rakı, abdullah abi fişek!
ama o aslında şişlili ermeniyi beğenmiş ama olmamış. sinirini bozmuş çünkü abdullah abinin: "yau ben sana uyamam ki! sen benim hayatıma uyacaksın! ben geceleri çalışıyorum gündüzleri uyumam lazım! uyandırma diyorum! tam uyudum dalıcam gelmiş uyandırıyo, ne o 'ben eve gidicem' e git bana ne! uyandırma demedim mi kaç defa!..hoş da kadındı ama..olmadı işte eeeh" Sonra bir ara bir yerlerde otuz beş yaşında 'marocco'lu ve de hacı bir kadınla tanışmış (rüya gibi dinliyorum anlattıklarını, yarısını duymuyorum ama sürekli hikayeler bunlar, bir yereden yakalıyorum), bu kadın bilmemnerde çalışırken iş yerinde yapılan bir çekilişte üç binkişi arasından tek şanslı olarak hacca gönderilip hacı olmuş. abdullah abiyle bi yakınlaşma olmuş ama üç gün sonra hemen dönmüş kadın 'marocco'ya. abdullah abi karısından ayrı kaldığı o on gün içinde telefon rehberinde ne kadar kadın varsa hepsine mesajlar çekmiş. bu 'maroccolu' kadına da mesaj çekmiş "çünkü tam bana göreydi yani, temiz, dini tamam..." ama kadın garip bir şekilde hep geç cevap vermiş mesajlarına; eh abdullah abi de "hacı macı ama yalnız değil ben anladım" diyerek resti çekmiş, kadın (her zaman her kadının abdullah abiye yaptığı gibi) yalvarmış yakarmış ama...nafile.
iki önemli haberden biri, abdullah abi'nin telefonuna benim ismimi, karısı kıskanmasın diye 'augsburglu gaffur' olarak kaydetmiş olması: "bütün leylalar levent, cemileler cemil oldu!". üstelik karısı abdullah abinin cep telefonuyla (yeğeni dileke, ona ne kadar benzediğimi göstermek için) çekmiş olduğu fotoğrafımı da görüp çıngar çıkartmış ayrılmadan evvel. nerelere giriyor burnum hale bak...ah ah...ikinci önemli haber de abdullah abinin uyumadan evvel 'pembe panter' izliyor olması..

yunanistanda iktidara isyanlar öfkeyle devam edereken aynı anda pariste papazlar toplanmış sokakları kat ede ede, ellerinde mumlar, oralarında buralarında hoparlörlerle ilahiler söyleyerek 'isanın anasının rahmine düşüşü'nü kutluyorlardı.

tırnaklarımı yedim ve bu sefer bittiler.

çok çok az vakit kaldı. herşey çok çabuk bitecek bence buna hazır değilim.

bu çocuğu ne doğurmalı ne de aldırmalıyım. bırak dursun.

o da olmaz...çocuk bu durur mu?

topla eşyalarını. git. sonra düşünüp ağlarsın, en çok korktuğun ve korkusuyla birlikte hoşuna giden şey. insanın hayatındaki 'en-ilk' adrenalinler 'en-ilkel'leri olarak kaydoluyorlar bünyeye sanırım. sonra bünye onlarla birlikte büyüyünce bu adrenaline ihtiyacı varmış gibi bir laf ediyor derinlerdennnn.
boğuk bir ses. duyamadan ısınıyor miden artık tutsan da akıyor göz yaşı denen tatlı (yani tuzlu) zehirrrrrr veeee...en çok sevdiğim şeydir, kurnazca arada bir yavaşlayıp arada bir hızlanarak akmak suretiyle aşağıya varabileceğini zanneden ama dikkatli ve atik dilimden kurtulamayıp yakalanan göz yaşı damlalarını yutmak! tuzzzzlu tuzlu!

trende ağlarsın. biletini al da.

ha sonra otobüsteyken bir ara rüyamda cerenle canı gördüm:
rüyamda otobüs istanbula varıyordu: hava yağmurlu fırtınalı, sallana sallana gidiyoruz. can, arnavutköyde ev almış; o, denizle derenin arasına sıkışan hattın üstündeki evlerden. ama ev beton iki katlı bir ev ve bitkilerin arasında gizli duruyor. ceren, can'ın evine haftanın belli günleri geliyor, bu şekilde paylaşıyorlar evi. sonra bana da teklif ediyorlar, ben eve bakıp gülümseyip memnuniyetle kabul ediyorum. etraf bir fırtına bir yağmur...otobüsün koca burunlu macar şoförü otobüsten iniyor ve bizi de alıp annemin körmit yeşili opel korsasına bindiriyor. macar şoför beni çok seviyor beni evime kadar götürmek istiyor. arabaya tıkışıyoruz. araba çok küçük olduğundan, otobüs kullanan birisine garip geleceğini düşünüyorum, nitekim adam çok hızlı ve çok hareketli kullanıyor. sürekli slalomlar yapıyor uçuyoruz fırtınada. adam gittikçe gidiyor. can, gittiğimiz yollarla ilgili olarak şoföre birşeyler söylüyor ama adam canı dinlemiyor sadece kendi kendine konuşarak gaza basmaya devam ediyor. bir süre sonra can ve ceren yok oluyorlar arabadan ben tek başıma kalıyorum. önümüzde tahtalardan yapılma sırat köprüsü gibi bir yol var suyun üstünden giden. iki kara parçasını birbirine bağlayan uzun tahta bir yol. hani sanki kopup da suya düşmüş, suyun üstünde yüzen bir tahta köprü gibi. ben daha korkmaya fırsat bulamadan hızla bu yola atlıyoruz. yolun çok kısmı zaten suyun altına batıp batıp çıkıyor! biz de suyun içine bata çıka ama nasıl oluyorsa hiç dibe batmadan, ölmeden ve bu arada benin ödüm koparaktan karşıya varıyoruz. burası hiç bilmediğim bir gecekondu mahallesi. sürekli uzaklaştığımızı görüp korkmaya başlıyorum ama şoför kendi mırıldanmaları dışında hiçbir lafı dinlemiyor. sonra uyandım...epey hızlı gidiyorduk ve yağmur vardı..

No comments: