dııt...dıııt...dııııt
trık - alo?
-- alo. naber?
- iyi yau...senden naber?
-- iyidir işte. napıyosun yılbaşı yılbaşı?
- yau evdeyim ya. bana..
-- ha sen kutlamıyanlardansın tahmin ettim
- bana herhangi bi yılın başı gibi gelmiyo be. trt türk izliyorum.
--hadi be? ne var ki?
- yau adı sanı belirsiz bi program var. 70lerden eski parçalar çalıyo. görüntülü de. hoşuma gitti.
-- hadi be..
- ha valla. şarkı türkü.. işte barış manço, yok seyyal taner hatta ayla algan, neşet ertaş öle takılıo ortaya karışık. iyi geldi ne biliim.
-- haa..
- bi de sirkeye çalan bi angora buldum evde. onu içiyorum. artık yarına baş ağrısı olacak ama olsun napalım ehheh
-- iyimiş be abi.
- haa işte. bak şimdi ibrahim tatlıses çıktı. haha sen hatırlarsın muhsin bey'i.
-- tabii canım hatırlamam mı. kaç kere izledim.
- o geliyo aklıma yau. şu adamın şu siyah beyaz haline bak nası masum nası çemiş. bi de şimdiki haline bak.
-- hehheh. tabii be abi. tam muhsin bey hakkaten.
- ee? sen neler yapıyorsun?
-- valla benim de bişi yaptığım yok be abi. öle bi sesini duyiim diye aramıştım.
- ha
-- benim de işte bi... küçük çeviri işi var, onu yapıyorum ara ara.
- oyun mu gene?
-- haa. dedlaynı da çok acil diil. yapabildiğim gibi yapıyorum işte
- iyi bari.
-- haa. bi de bi oyun yazıyorum şimdi.
- hadi? ne zamandır?
-- yau işte bi üç ay oldu. aslında ana hatları çıktı da, takıldığım bikaç nokta var. onları da halledicem işte bir aya en geç.
- ee nedir durum? yani yazıyosun da..
-- yau işte ışılla konuştum da sıcak baktı.
- haa? o nerelerde yau? kaç zamandır çıkmadı sesi soluğu. ben de aramadım gerçi de.. ehheh ünlü insan olunca ordan burdan alıyodum haberlerini, şimdi o da yok. nerlerde ki?
-- istanbul'a geliyo bu aralar. bi ara verdi o bi bişiler oldu ben de tam bilmiyorum. ama işte şimdi gene başlicak deli danalar gibi çalışmaya. o öyle biliyosun. bi anda bi sürü iş üstüste yapmazsa rahat edemiyor
- evet evet biliyorum ehheh o öyle. ee?
-- ışıl okudu bir. bu benim yazdığım şeyi. tamam dedi bitir bi bakalım dedi. yani açıkçası istiyo anladığım kadarıyla bişiler yapmak.
- e ne güzel işte.
-- abi ben senden bişi rica edicektim.
- hah buyur
-- bi gün gelsen de konuşsak şu oyun üstüne.
- tabii. tabii gelirim. hemen yarın gelirim istersen hatta. nasılolsa gece bize kısa hehhehheh
-- aa çok iyi olur ya.
- tamam. yarın sabah gelirim çayını içmeye.
-- tamam abicim. o zaman görüşürüz.
- tamam görüşürüz. iyi ki aradın hadi. iyi geceler.
-- iyi geceler abicim..
Friday, 31 December 2010
Thursday, 30 December 2010
kuaförcü olucam kuaförcü aççam
ya da sınıfıma yaraşır bir deneysellikle
kendi saçını kendin kırpabileceğin
araç gerecin olduğu
şahane deneysel
süperüstü dahiyane,
ööle bööle feşınıbıl olmayan,
yaratıcı ötesi
bir "mekan" açayım ben en iyisi.
ay aklıma şu film geldi.
yok çok alakasız da
geldi işte.
neydi adı?
hani şu, her tür inancı her tür trivi yaşam biçimini sik/lip atan genç çocuk.
sokaklarda yaşayan ve iki kızın evine gelen
ve sonra bacağı kırılan ama gene de yerleşik ve güvenli bi hayatı reddedip sokaklara düşen.
söyle adını?
neydi adı filmin?
ingiliz.
Tuesday, 28 December 2010
ıslak rüya ve
rüyamda eski taş bir binanın içinde silahlı bir kovalamaca içindeydim. oraya da bir dolmuşla varıyordum. yanımda da ekürim vardı kimdi hatırlamıyorum. bina güzeldi, ahşap trabzanlı döne döne inen geniş merdivenleri vardı. ve merdivenlerin dündüğü apartıman ortası da boşluk. anladın mı? o eski taş apartımanlardan işte. katlarda çiçekler filan.
neyse kovaladığımız iki tane yavru kedi. biri gri ve kısır diğer siyah ve yuvarlak taşaklı. onlar da silahlılar. onlar kaçıyor biz kovalıyoruz (bi zamandır izlediğimiz fringe dizisinden ve dün gece bir saniyeliğine gördüğüm halisünasyondan* mülhem olacak) dan dun silah milah koşturmaca aksiyon. sonra gri olan kaçıyor mu yakalıyor muyuz neyse, siyah olansa merdivenin trabzanının düz geldiği bir yerde üstüne çıkıp içinden (ama biz duyuyoruz içimizden) "size yakalanacağıma ölürüm daha iyi!" deyip atlıyor. apartımanın en üst katında filanız. öleceği kesin yani. ben bunu görünce hıçkırıklara boğularak ağlamaya ve koşa düşe aşağıya inmeye başlıyorum. ortağım bana şaşırıyor (kimse o ortak artık) fakat öyle bir ağlamak ki, nefesim tıkanıyor. şelale olup akasım geliyor. o sıkışma uyandırdı beni rüyadan. suratım büzüşmüş gözlerimde ağlama öncesi bir ısınma, burnumun içinde o göz yaşartan gerilme. uyandım ve ağlamaya başladım. yatağa oturdum bayağ bayağ ağlıyorum. nedeni kayboldu ama. rüyada siyah yavruya ağladığım çok açıktı. uyandığımda o duygu yok oldu, ağlamanın kendisi kaldı. ilk aklıma gelen dün şahika'nın bize "ölümü bekliyen, konuşma yasaklı tutuklu beş kişi" doğaçlamasını anlatırken sınıfa girdiğimde midemin nasıl kasıldığı ve sonraki süreçte de içimin sıkıştığı hissi geldi.** rüyayı fiziksel olarak bileşenlerine ayırmak mümkün (siyah kedi=halisünasyon, ölüm sıkıntı=dünkü doğaçlama, koşuşturma, silah, polisçilik, silahlı kedi = fringe, taşaklı olanla kısır olanın neye karşılık geldiğini bilemiyorum yalnız) fakat benim içerde ne anlama geldiğini bilmiyorum. pek araştırasım da yok. ağladım bir de nasıl olsa. benim sık sık nefes aldığımı duyunca Emel masadan bana bi "mrrk" deyip yanıma geldi, mırr mırr mırr kucağıma yattı sesin geldiği yere, gözlerime burnuma baktı elimi kolumu yaladı. bu noktada annemin bana eskiden anlattığı şey geldi aklıma: annem küçükken bir kedisi varmış ve bu hayvan (annemin anlattığına göre) annem her ağladığında gelip elini yalar, miyavlar suratına bakarmış; "beni teselli ederdi" derdi annem. bunun üzerine de aklıma national geographic'teki köpeklere fısıldıyan adam Cesar geldi. Cesar'ın fazla duygusal insanları, köpekleri insanlaştırarak davranan insanları nasıl eğittiğini düşündüm ve farkettim ki annemin bu hikayesi de, eskiden tartışmadan kabul ettiğim şeyleri arasında sıkışmış kalmış. aklıma gelmemiş onu ordan çıkarıp bi gözden geçirmek. anladın mı?
yani, bu olay annemin bana anlattığı gibi duruyormuş kafamın içinde. yani kafamın içine girsen benden gizli ve dolaşsan, orda annemin anlattığı ve tarafımdan yorumlanmayıp direkt oraya öylecene konulmuş haliyle bulurdun ve benim de "ağlıyan insanı teselli eden kedilere" inandığımı düşünürdün.
unutmuşum onu orda.
evet evet bi daralma var yollarda bugün ben de çok karmaşık konuştuğumu düşünüyorum ama
şu yazdığımı baştan okuyup da hataları düzeltmek de gelmiyor bu sefer içimden. çıktığı haliyle.
neyse işte özellikle kötü hissettiğinde kendini koruma refleksi daha da yoğunlaşıyor, duyguları kontrol edecek berraklığı yitiriyor zihin çünkü muhtemelen adrenalin, tirinilin, kemtoramin ve daha pir sürü adını bilmeyip sallayacağım hormondu, sıvıydı, gazdı artarak ya da eksilerek seni - bir nevi- uyuşturuyor ya da zehirliyor, dolayısıyla "kimyasal" olarak da düşünmek, mantık kullanmak, riizınıbıl olmak gibi işlevlerini gerçekleştiremiyorsun, geçici bir süre için servis dışı oluyorlar. sıvılarda yüzüyorlar, kafalar güzel. işte o zaman "taaaam da o anda" yanında gelen ve gözlerine bakıp elini yalıyan kedinin seni teselli etmekten başka hiçbirrr şey yapmadığına emin olabiliyorsun ve bu da sana kesinlikle iyi geliyor. bir anda değerler eskihaline gelmeye başlıyor sakinliyorsun. yani aslında, kendi hayali çözümünü bulmuş oluyorsun. bu tip şeylere inanarak semptomatik tedavini kendi kendine yapmış oluyorsun. yani...bunların her birini birer tutunacak dal ve inanç haline getirmedikçe, hayali olduğunu tedavi sonrasında kavrayabildikçe bence bir mahzuru yok (buna benzer birşeyi ben bi kere daha yazmıştım ama kim bilir 840 post içersinde nerde).
falan..
* karanlıkta balkon penceresinden düşmek üzere olan siyah bir yavru kedi gördüm sadece bir ya da iki saniyeliğine. bi de gittim baktım üstelik.
** konu kasmış olabilir. ben oturduğum yerden ölüm beklemeyi denemişimdir. ya da sahnede olmak için can atıp olamadığım için sıkışmışımdır. bişey.
neyse kovaladığımız iki tane yavru kedi. biri gri ve kısır diğer siyah ve yuvarlak taşaklı. onlar da silahlılar. onlar kaçıyor biz kovalıyoruz (bi zamandır izlediğimiz fringe dizisinden ve dün gece bir saniyeliğine gördüğüm halisünasyondan* mülhem olacak) dan dun silah milah koşturmaca aksiyon. sonra gri olan kaçıyor mu yakalıyor muyuz neyse, siyah olansa merdivenin trabzanının düz geldiği bir yerde üstüne çıkıp içinden (ama biz duyuyoruz içimizden) "size yakalanacağıma ölürüm daha iyi!" deyip atlıyor. apartımanın en üst katında filanız. öleceği kesin yani. ben bunu görünce hıçkırıklara boğularak ağlamaya ve koşa düşe aşağıya inmeye başlıyorum. ortağım bana şaşırıyor (kimse o ortak artık) fakat öyle bir ağlamak ki, nefesim tıkanıyor. şelale olup akasım geliyor. o sıkışma uyandırdı beni rüyadan. suratım büzüşmüş gözlerimde ağlama öncesi bir ısınma, burnumun içinde o göz yaşartan gerilme. uyandım ve ağlamaya başladım. yatağa oturdum bayağ bayağ ağlıyorum. nedeni kayboldu ama. rüyada siyah yavruya ağladığım çok açıktı. uyandığımda o duygu yok oldu, ağlamanın kendisi kaldı. ilk aklıma gelen dün şahika'nın bize "ölümü bekliyen, konuşma yasaklı tutuklu beş kişi" doğaçlamasını anlatırken sınıfa girdiğimde midemin nasıl kasıldığı ve sonraki süreçte de içimin sıkıştığı hissi geldi.** rüyayı fiziksel olarak bileşenlerine ayırmak mümkün (siyah kedi=halisünasyon, ölüm sıkıntı=dünkü doğaçlama, koşuşturma, silah, polisçilik, silahlı kedi = fringe, taşaklı olanla kısır olanın neye karşılık geldiğini bilemiyorum yalnız) fakat benim içerde ne anlama geldiğini bilmiyorum. pek araştırasım da yok. ağladım bir de nasıl olsa. benim sık sık nefes aldığımı duyunca Emel masadan bana bi "mrrk" deyip yanıma geldi, mırr mırr mırr kucağıma yattı sesin geldiği yere, gözlerime burnuma baktı elimi kolumu yaladı. bu noktada annemin bana eskiden anlattığı şey geldi aklıma: annem küçükken bir kedisi varmış ve bu hayvan (annemin anlattığına göre) annem her ağladığında gelip elini yalar, miyavlar suratına bakarmış; "beni teselli ederdi" derdi annem. bunun üzerine de aklıma national geographic'teki köpeklere fısıldıyan adam Cesar geldi. Cesar'ın fazla duygusal insanları, köpekleri insanlaştırarak davranan insanları nasıl eğittiğini düşündüm ve farkettim ki annemin bu hikayesi de, eskiden tartışmadan kabul ettiğim şeyleri arasında sıkışmış kalmış. aklıma gelmemiş onu ordan çıkarıp bi gözden geçirmek. anladın mı?
yani, bu olay annemin bana anlattığı gibi duruyormuş kafamın içinde. yani kafamın içine girsen benden gizli ve dolaşsan, orda annemin anlattığı ve tarafımdan yorumlanmayıp direkt oraya öylecene konulmuş haliyle bulurdun ve benim de "ağlıyan insanı teselli eden kedilere" inandığımı düşünürdün.
unutmuşum onu orda.
evet evet bi daralma var yollarda bugün ben de çok karmaşık konuştuğumu düşünüyorum ama
şu yazdığımı baştan okuyup da hataları düzeltmek de gelmiyor bu sefer içimden. çıktığı haliyle.
neyse işte özellikle kötü hissettiğinde kendini koruma refleksi daha da yoğunlaşıyor, duyguları kontrol edecek berraklığı yitiriyor zihin çünkü muhtemelen adrenalin, tirinilin, kemtoramin ve daha pir sürü adını bilmeyip sallayacağım hormondu, sıvıydı, gazdı artarak ya da eksilerek seni - bir nevi- uyuşturuyor ya da zehirliyor, dolayısıyla "kimyasal" olarak da düşünmek, mantık kullanmak, riizınıbıl olmak gibi işlevlerini gerçekleştiremiyorsun, geçici bir süre için servis dışı oluyorlar. sıvılarda yüzüyorlar, kafalar güzel. işte o zaman "taaaam da o anda" yanında gelen ve gözlerine bakıp elini yalıyan kedinin seni teselli etmekten başka hiçbirrr şey yapmadığına emin olabiliyorsun ve bu da sana kesinlikle iyi geliyor. bir anda değerler eskihaline gelmeye başlıyor sakinliyorsun. yani aslında, kendi hayali çözümünü bulmuş oluyorsun. bu tip şeylere inanarak semptomatik tedavini kendi kendine yapmış oluyorsun. yani...bunların her birini birer tutunacak dal ve inanç haline getirmedikçe, hayali olduğunu tedavi sonrasında kavrayabildikçe bence bir mahzuru yok (buna benzer birşeyi ben bi kere daha yazmıştım ama kim bilir 840 post içersinde nerde).
falan..
* karanlıkta balkon penceresinden düşmek üzere olan siyah bir yavru kedi gördüm sadece bir ya da iki saniyeliğine. bi de gittim baktım üstelik.
** konu kasmış olabilir. ben oturduğum yerden ölüm beklemeyi denemişimdir. ya da sahnede olmak için can atıp olamadığım için sıkışmışımdır. bişey.
Monday, 27 December 2010
Friday, 24 December 2010
Lachenmann ve Sam Shepard
Dal Niente dinleyerek Aç Sınıfın Laneti'ni okumak.
isabetli bir seçim olmuş.
tohaf bi şekilde müzikteki "boşluklar", yani eslerden söz etmiyorum
zira bir de boşluklar var müzikte, oyundaki boşluklarla ve eslerle örtüşüyormuş gibi geldi birçok yerde. özellikle boşluklar örtüşüyordu. belki her ikisinde de işlevi aynıydı; yani gerilimse gerilim, nefesse nefes, boşluksa boşluk.
filan.
isabetli bir seçim olmuş.
tohaf bi şekilde müzikteki "boşluklar", yani eslerden söz etmiyorum
zira bir de boşluklar var müzikte, oyundaki boşluklarla ve eslerle örtüşüyormuş gibi geldi birçok yerde. özellikle boşluklar örtüşüyordu. belki her ikisinde de işlevi aynıydı; yani gerilimse gerilim, nefesse nefes, boşluksa boşluk.
filan.
Thursday, 23 December 2010
Wednesday, 22 December 2010
OKUMADAN GEÇME!!!Lütfen bize yardım edin!!!!!
OĞLUM VE BEN ORTADA KALDIK.
BİZİ YANINA ALIP SICAK BİR YUVA SAĞLAYABİLECEK BİRİNİ ARIYORUZ.
ÇOK ÇARESİZİZ.
Sunday, 19 December 2010
Friday, 17 December 2010
her sabah
aynı...
bakın,
bu hayvanlara yer bulmam lazım. kış olmasa salmışdım ama kar kış soğukta salamam takdir edersin ki. sekiz kişiler ve her yerdeler, bir insanın bi bacağına aynı anda kaç kedi tırmanabilir ki!!!! her yere sıçıyollar ve evin kedisi gerginlikten ölecek, arka odadan yemek yemeğe çıktı mıdı yavru dövmekten yemek yiyemiyor bile,
öyle bir düzen.
Bİ YAVRU DA SEN AL! ŞŞ SEN! SANA DİYOM EVET! EVET ŞAPKALI! HADİ
Thursday, 16 December 2010
üçü gecenin
hayatımın ikinci flamenko rumba konserinden eve döndüm bakvokal olarak. artık sesim kısılmıyor. izleyen az insan olunca kucak dolusu başarısızlık yaşadık aslında. benim hoşuma gitti bu yaşadık durumu...ikinci yarıda bilmediğim şarkıları bi köşesinden yakalayıp ikinci ses girdim n2apayım sıkılayım mı ki?
şimdi kucağımda, sahne elbisemi itinayla delik deşik etmekte olan bir adet tekir ve sağ omzumda da tüm ağırlığını omzuma bırakmış ve teslim olmuş olmasına rağmen 10 gramdan daha ağır olamayan bir sarman yavru mevcut.
sahnede manuyu nasıl trans halinde izlediğimi
ancak bazı bazı transtan aniden "çat" diye yere düştüğüm anlarda farkettim bu akşam.
tuhaf bir hayranlık. sanki hem benim ama hem de benim olmayan ve nedense geçmişe -ki benim geçmişimden daha eskisine sanki- ait bir hayranlık gibi geldi nedense. tabiri caizse naftalin kokulu. anladın?
ama çok güzel.
aklıma, sonuna kadar okumadığım ama sonun "son" gibi olmadğını önceden görebildiğim "eşlik" oyunu metni geliyor beckett'in şimdi. beckett okumayalı çoook oldu. dediğim...ben beckett okumuştum orta okulda. yani okumuştum dediğim, devamlı okumuştum. o bi dönem, bana iyi gelen tek şey onun hissiz kokusuz ağırlığıydı. enerjik ama bitmiş. ölü ama kaybetmeyen. bi garip iyi gelirdi. molloy'u çok çok severdim. cebinde taş biriktiren işte. çok çok okumuştum. tekrar tekrar okur, onunla uykuya dalardım. başka türlü uyuyamazdım bir ara.
sonra ne oldu?
bilmiyorum.
sonra virginia geliyor aklıma. ki yarım kalıyor her seferinde ve bu çok açık.
şu benim şahika'nın gerçek vs. hayal varlık tasarımı ödevine yaptığım "şey"i bi tamamlamam gerekiyor. metni bulmam gerekiyor. ses...eşlik.. mükemmel bir eşlik ama...
evet aynı nokta..aynı nokta..ama..
dur bakalım.
gökçe?
- efendim?
hiç.
Monday, 13 December 2010
Tuesday, 30 November 2010
bedava kedi satıyrouz
evet bizim gelin bacının sekiz adet yavrusu
1 ay sonra evlere dağılmaya hazır olacaklar.
evine böylesi sevimli ve böylesi %100 kedi almak isteyenler lüffen
ufukaksoy@gmail.com'a mail atsınlar.
potooz bay ufaksoy
1 ay sonra evlere dağılmaya hazır olacaklar.
evine böylesi sevimli ve böylesi %100 kedi almak isteyenler lüffen
ufukaksoy@gmail.com'a mail atsınlar.
potooz bay ufaksoy
Monday, 29 November 2010
karamba
karamba grubuna bek vokal yapan flamenkonun plastik bebee gökçe.
hayat ne saçma ha?
çarşamba günü gidiyorum meditasyona.
yokum on gün. meditasyondayım. şilede.
bildiğin yokum.
tahminim, orda medite olup tohuma kaçacağım ve beni istanbul'a bir zarf içinde gönderecekler.
göndermeleri için adres olarak nereyi vereyim bilemiyorum. zarfın içinden çıkacak küçük çirkin tohumu nemli bir toprağa gömüp birkaç gün sulayınca belki renklerim biraz açılmış olarak da olsa eski halimi alacağım.
bilginize..
Saturday, 20 November 2010
yaa yaa...yaa
parasızllıktan sahnelere çıkacak.
çıkacak ve kafasında kırmızı bir gülle flamenko şarkılara bekvokal yapacak gözünde yaş ağzında espanyolca.
muhtemelen bu cuma.
yaa yaa...yaa
çıkacak ve kafasında kırmızı bir gülle flamenko şarkılara bekvokal yapacak gözünde yaş ağzında espanyolca.
muhtemelen bu cuma.
yaa yaa...yaa
Thursday, 18 November 2010
paper work paper work
Julien Vallée tipi bir Julien daha buldum: Jean Jullien
çizgisi ve dili Cem Dinlenmiş'e benziyor.
yumuşak ve hafif fekat bana ilham verici olabilir.
Introduction from Jean Jullien on Vimeo.
çizgisi ve dili Cem Dinlenmiş'e benziyor.
yumuşak ve hafif fekat bana ilham verici olabilir.
Introduction from Jean Jullien on Vimeo.
Wednesday, 17 November 2010
Tuesday, 16 November 2010
video itiraf
"(şarkı)
işte böyle bazen bildiğim ya da bilmediğim sebeple öyle kötü hissettiğim zaman bunun bir film karesi olmasını istiyorum. yani oyunculukla bağlantım patetik bir yerden tutuyor. gerçek bir sebep mi? gerçek bir sebep. bilmem. bilmiyorum yanlış bir bağlantı mı?
o yüzden bir film yazmak ve o filmi çekmek istemekle, bir filmin içinde yer almak arasında farklı bir tedavi arayışı var. farklı problemler olabilir ama kökeni aynıysa biri semptomatik tedavi, belki öteki...bilmiyorum.
(şarkı)
yani tiyatro yapmak ya da film yapmak tahmin edildiği gibi sofistike bir şekilde insanın üretme ihtiyacına bağlanan birşey değil, çok daha ilkel birşey. karnın ağrıdığı içim tuvalete gitmek gibi birşey. o karanlığı kabul etmek lazım. ayrıca sürekli tedavi olamazsın. yani her gün bir oyundan bir oyuna, bir çekimdem bir çekime, bir senaryodan öbür senaryoya koşamayacağıma göre ki koşsam da...gene yol aynı yok sanki yok değişmeyecek gibi."
but remember some girls are bigger then others and..
Dienstag, 16 November
tuhaf oldu. güzel oldu.
dün şahika'nın ilk dersine girdik. o da uzun zamandır ilk dersine girdi.
bu sene farklı birşey yapmaya, kendini öğrencileriyle tazeleyeceği bir atölye sistemi oluşturmaya karar vermiş.
doğrusu çok şanslıyız bu konuda. kemikleşmeye yüz tutmuş mesafeli ve samimiyetsiz bir eğitim tehlikesine karşı taze atölye deneyimi. üstelik grup da iyi. bu güzel bir başlangıç.
dün şahika, karşı gerçekçi kavramından ve "biçim yaratmak" - ki burda biçim yerine pekala tasarım da diyebiliriz - biçim yaratmanın koşullarından, değerlendirme kriterlerindeki hiyerarşiden bahsetti biraz. özellikle sonuncu meseleden bahsedilmek için geç kalındığını düşünüyorum. bu ülkenin üstünkörü eğitimi ve buna sürtünmeden büyüyen kompleksli kimlik problemli hepergen egoları, ne soru sormayı, ne cevap merak etmeyi, ne eleştirmeyi ne eleştirilmeyi bilemiyorlar. neresinden tutacaklarını bilmiyorlar. soru sormayı gösteriş, cevap almayı da kavga tılsımı olarak kullanıyorlar çoğu zaman. hiyerarşi. neyi neden neye göre eleştiriyor olmak. bir amaç, eleştirini dayandırdığın bir geri plan bilgisi vs.
herneyse. zamanla gelecek bunlar. bu noktada bize bunlardan 2000 senesinde bahseden lise tiyatro hocamız özcan alpar'a, o farkında olmadan bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. gerçekten de, şimdiye kadar bulaştığım tüm tiyatro dersleri, kursları, atölyeleri arasında bende temel kurmuş olduğunu hissedebildiğim, bende köklü değişiklikler ve farkındalıklar yaratan ilk hoca o.
nerde şimdi kim biler.
neyse.
dün şahika tüm bunlardan bahsederken, ibsen'in nora'sından epey bir örnek verdi. hatta burda bir tiyatro festivalinde oynayan alman grubun yorumundan da bahsetti ki ben de o fena performansı izlemiştim bilmiyorum hangi seneydi...dersten sonra teşvikiyedeki eve gelip kedilere yemek verdim ve sonra da tiyatrodan birkaç dostla oturduk çay içmeye filan ama...bende bir asabiyet bir dayanamazlık. baktım sorun çıkaracağa benziyorum, aceleyle önümdekileri lüpletip "ben gidiyorum" dedim, anladılar muhtemelen, arkamdan da konu oldum muhtemelen, saldılar gittim. teşvikiyeye gelip durdum orda. kitap karıştırdım. kitap okumam gerekiyordu nedense. Gog adlı kitabı karıştırdım biraz (Giovanni Papini), sarmadı fakat küçük mektup ya da deneme biçiminde, uydurma çok zengin ve çok deli bir karakter tarafından yazılmış bölümlerin ilginç yanı yer, ay, gün bilgisi olmasına rağmen yıl bilgisinin olmamasıydı. bu karakter, yazarın başka biri için gittiği bir tımarhanede tesadüfen tanışıp sardırdığı cahil ama meraklı, çok çok zengin bir deli. kitabın bölümleri, bu adamın dünyayı dolaşıp dünyaca ünlü neredeyse herkesle tanıştığı ve söyleştiği zamanları yazdığı günlüğünün bölümleri ve dediğim gibi sene bilgisi yok, yalnızca ay bilgisi var.
Gog'u üstünkörü bir karıştırıp bıraktım elimden. bikaç başka kitap karıştırıp, sonunda sartr'ın sözcükler'ine başlayıp biraz, yatıp uyudum. bu sabah kalktım, kedilere yemek verdim ve kitap karıştırmaya geri döndüm. elime "Ay Gözetleme Komitesi" adından bir hikaye kitabı geçti (Mahir Öztaş). Kısa öykülerden oluşan kitabın içindekiler kısmına baktım ve ilk ilgimi çeken öyküyü okumaya başladım: la machine infernale.
işte tuhaf ve güzel nokta burda giriyor devreye. yazar, arkadaşının tesadüfen bulduğu bir mektuplar dosyasını incelemesiyle başlayan bir hikayeden bahsediyor. mektupların tarihleri aynen Gog'da olduğu gibi sadece ay bilgisiyle imzalanmış, sene bilgisi namevcut. ve buna ek olarak, mektubun yazıldığı kimse ise bir zamanlar ibsen'in nora'sında oynamış bir oyuncu.
güzel harmanlanmış ve ağlarını örmüş bir kaderle karşı karşıyayız.
dadundan yenmez çerez.
dolayısıyla bu öykü kitabını devam ediyorum okumaya.
bu yazdığım şeyin dili de tuhaf değil mi?
asabiyetim şimdilik duruldu gibi.
yerini yalnızlığa bıraktı.
yalnız kalmanın korkusu ve çaresizlik debelenmesi yerini, yalnızlığın içine girmeye ve orda güvende hissetmeye bıraktı. mevsim değiştirir gibi birşey elbette. daha soğuk ya da daha sıcak olabilir içersi girince.
sadece..işte..program değiştirirken bir sallanma oluyor hepsi bu.
ekin'i gördüm rüyamda. çünkü dün şahika'nın dersini dinlerken (bir ara armağana eğilip "işte tüm bunları ilk merak eden aristo ama" dediğimde kendi çukurumu kazmış oldum o akşam içinnn) ve sonrasında asabiyken ekin vardı kafamda ama farkında değildim. rüyayı pek hatırlamıyorum. dur dur şey vardı...sanki bi kayalığın üstü ve altı vardı. ben üstünden bakıyordum aşağıya, aşağısı inilebilir bir mesafeydi ve taşlık bir sahildi. ekin ordaydı sanki sırt çantasıyla, bir sürü insan ve şey bana "ekin geliyor ekin geliyor!" diye haber veriyordu ve ben de ekin'in gelişini izliyordum çocuk ya da hayvan gibi. ekin beni görüyor muyduu, görmüyor muyduuu ya da beni ben olarak görüyor muyduu falan bilmiyorum.
neyse ama işte...hepsini ilk merak eden aristo.
bugün kurban kesiyorlar.
dün şahika'nın ilk dersine girdik. o da uzun zamandır ilk dersine girdi.
bu sene farklı birşey yapmaya, kendini öğrencileriyle tazeleyeceği bir atölye sistemi oluşturmaya karar vermiş.
doğrusu çok şanslıyız bu konuda. kemikleşmeye yüz tutmuş mesafeli ve samimiyetsiz bir eğitim tehlikesine karşı taze atölye deneyimi. üstelik grup da iyi. bu güzel bir başlangıç.
dün şahika, karşı gerçekçi kavramından ve "biçim yaratmak" - ki burda biçim yerine pekala tasarım da diyebiliriz - biçim yaratmanın koşullarından, değerlendirme kriterlerindeki hiyerarşiden bahsetti biraz. özellikle sonuncu meseleden bahsedilmek için geç kalındığını düşünüyorum. bu ülkenin üstünkörü eğitimi ve buna sürtünmeden büyüyen kompleksli kimlik problemli hepergen egoları, ne soru sormayı, ne cevap merak etmeyi, ne eleştirmeyi ne eleştirilmeyi bilemiyorlar. neresinden tutacaklarını bilmiyorlar. soru sormayı gösteriş, cevap almayı da kavga tılsımı olarak kullanıyorlar çoğu zaman. hiyerarşi. neyi neden neye göre eleştiriyor olmak. bir amaç, eleştirini dayandırdığın bir geri plan bilgisi vs.
herneyse. zamanla gelecek bunlar. bu noktada bize bunlardan 2000 senesinde bahseden lise tiyatro hocamız özcan alpar'a, o farkında olmadan bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. gerçekten de, şimdiye kadar bulaştığım tüm tiyatro dersleri, kursları, atölyeleri arasında bende temel kurmuş olduğunu hissedebildiğim, bende köklü değişiklikler ve farkındalıklar yaratan ilk hoca o.
nerde şimdi kim biler.
neyse.
dün şahika tüm bunlardan bahsederken, ibsen'in nora'sından epey bir örnek verdi. hatta burda bir tiyatro festivalinde oynayan alman grubun yorumundan da bahsetti ki ben de o fena performansı izlemiştim bilmiyorum hangi seneydi...dersten sonra teşvikiyedeki eve gelip kedilere yemek verdim ve sonra da tiyatrodan birkaç dostla oturduk çay içmeye filan ama...bende bir asabiyet bir dayanamazlık. baktım sorun çıkaracağa benziyorum, aceleyle önümdekileri lüpletip "ben gidiyorum" dedim, anladılar muhtemelen, arkamdan da konu oldum muhtemelen, saldılar gittim. teşvikiyeye gelip durdum orda. kitap karıştırdım. kitap okumam gerekiyordu nedense. Gog adlı kitabı karıştırdım biraz (Giovanni Papini), sarmadı fakat küçük mektup ya da deneme biçiminde, uydurma çok zengin ve çok deli bir karakter tarafından yazılmış bölümlerin ilginç yanı yer, ay, gün bilgisi olmasına rağmen yıl bilgisinin olmamasıydı. bu karakter, yazarın başka biri için gittiği bir tımarhanede tesadüfen tanışıp sardırdığı cahil ama meraklı, çok çok zengin bir deli. kitabın bölümleri, bu adamın dünyayı dolaşıp dünyaca ünlü neredeyse herkesle tanıştığı ve söyleştiği zamanları yazdığı günlüğünün bölümleri ve dediğim gibi sene bilgisi yok, yalnızca ay bilgisi var.
Gog'u üstünkörü bir karıştırıp bıraktım elimden. bikaç başka kitap karıştırıp, sonunda sartr'ın sözcükler'ine başlayıp biraz, yatıp uyudum. bu sabah kalktım, kedilere yemek verdim ve kitap karıştırmaya geri döndüm. elime "Ay Gözetleme Komitesi" adından bir hikaye kitabı geçti (Mahir Öztaş). Kısa öykülerden oluşan kitabın içindekiler kısmına baktım ve ilk ilgimi çeken öyküyü okumaya başladım: la machine infernale.
işte tuhaf ve güzel nokta burda giriyor devreye. yazar, arkadaşının tesadüfen bulduğu bir mektuplar dosyasını incelemesiyle başlayan bir hikayeden bahsediyor. mektupların tarihleri aynen Gog'da olduğu gibi sadece ay bilgisiyle imzalanmış, sene bilgisi namevcut. ve buna ek olarak, mektubun yazıldığı kimse ise bir zamanlar ibsen'in nora'sında oynamış bir oyuncu.
güzel harmanlanmış ve ağlarını örmüş bir kaderle karşı karşıyayız.
dadundan yenmez çerez.
dolayısıyla bu öykü kitabını devam ediyorum okumaya.
bu yazdığım şeyin dili de tuhaf değil mi?
asabiyetim şimdilik duruldu gibi.
yerini yalnızlığa bıraktı.
yalnız kalmanın korkusu ve çaresizlik debelenmesi yerini, yalnızlığın içine girmeye ve orda güvende hissetmeye bıraktı. mevsim değiştirir gibi birşey elbette. daha soğuk ya da daha sıcak olabilir içersi girince.
sadece..işte..program değiştirirken bir sallanma oluyor hepsi bu.
ekin'i gördüm rüyamda. çünkü dün şahika'nın dersini dinlerken (bir ara armağana eğilip "işte tüm bunları ilk merak eden aristo ama" dediğimde kendi çukurumu kazmış oldum o akşam içinnn) ve sonrasında asabiyken ekin vardı kafamda ama farkında değildim. rüyayı pek hatırlamıyorum. dur dur şey vardı...sanki bi kayalığın üstü ve altı vardı. ben üstünden bakıyordum aşağıya, aşağısı inilebilir bir mesafeydi ve taşlık bir sahildi. ekin ordaydı sanki sırt çantasıyla, bir sürü insan ve şey bana "ekin geliyor ekin geliyor!" diye haber veriyordu ve ben de ekin'in gelişini izliyordum çocuk ya da hayvan gibi. ekin beni görüyor muyduu, görmüyor muyduuu ya da beni ben olarak görüyor muyduu falan bilmiyorum.
neyse ama işte...hepsini ilk merak eden aristo.
bugün kurban kesiyorlar.
Monday, 15 November 2010
8 çocuğumuz oldu!
ufuk'un eve getirdiği ve gelin adını verdiğimiz çok hamile kedi hanım sekiz doğurdu.
doğuralı bir hafta oldu gibi gibi. gözler yavaştan açılmaya başladı.
iki ay bizde kalacaklar
sonra da ev bulacağız bikaç.
bu doğum sırasında çektiğim bir kısa bişey.
devamı gelecek..
(her böyle dediğimde kendime bir beklenti yüklemiş oluyorum ve sonra da yıllarca bu beklentiyi karşılamıyorum)
(ne zaman büyüyeceğim aceba)
Subscribe to:
Posts (Atom)