Friday, 13 November 2009

ada. buz. iitii. ev. telefon.

burda ev bayağı ilgilendiriyor kendisiyle. ısıtıcım yok henüz. ısıtıcı olmayınca güneşi kollamak gerekiyor. erken saatte gelen güneşi, pencere kapı açmadan ama panjur açarak buyur etmek lazım. saat ilerledikçe dikleşen ışınları kapı pencere açarak içeri almak gerek. böylece evi nispeten daha çok ısıtmak mümkün. rüzgarları öğrenmek gibi biraz. ya da gökyüzüne bakıp havanın gidişatının ne olacağını tahmin etmek gibi. kat kat biçim biçim gecekondu model giyinmek en güzeli. yani tek parça kocaman şeyler yerine, daha doğaçlama bir biçimde üşüyen yerlerini kapatacağın küçük parçalar birleştirerek giyinmek. ve örneğin saçlarımı saat onbirden sonra toplayabiliyorum bu mevsimde, onun dışında gece ve sabah açık oluyor ki ısıtsın.
hiçbirşey umrunda değil buranın. şehirde olandan bitenden haberleri yok ve umursamıyorlar. işte martıydı, çıtçıt kuşuydu, taktak böceğiydi, badem ağacıydı, çam ağacıydı, köpekti, rüzgardı falan. "bize ne be sizin siktirik şehrinizden. burası göründüğünden de büyüktür aslında."
(gökçe bu romantikliğini az evvel seyrettiğin muhteşem türkler çizgifilmine borçlu değilizdir umarım)
herneyse rüya günlüğü açıyorum burda ben:

rüya günlüğü:

1- dün gece donarak uyumaya çalışırken sabaha doğru gördüğüm bir rüyayı hatırlıyor gibiyim. arka bahçeleri olan evler var. bahçeler bakımsız, yamaçlı falan ve birbirlerinden eskimiş duvarlarla, yıkılmış tellerle ya da çürümüş demir parmaklıklarla ayrılıyorlar. ben çok yorgunum ama her ne hikmetse, bu bedbah bahçelerden geçerek sırtımda bir sürü müzik aleti götürmeliyim bir yerden bir yere. bana bu kocaman aletleri yükleyenleri tanımıyorum aslında. bacaklarım kasılmıııış, boynum, kollarım tutuuuk (dansa başladığım için olsa gerek) ve sırtıma neredeyse piyano büyüklüğünde, piyanoya da benzeten ama şu ucu keçe sopalarla çalınan bir alet koyuyorlar sırtıma. kolumun altında da ayrıyetten başka vurmalı bir cihaz var. bi tarafımda da sopalar duruyor. bahçelerin yamaçlarından kaya düşe, duvarlardan atlaya sıyrıla gidiyorum ama öyle ağrıyor ki her yanım ve öyle yoruluyorum ki ağlıyacağım nerdeyse. fakat nedense kendimden çok büyük bir aleti taşıyabiliyor olmanın verdiği bir gurur da var. birkaç posta taşıyorum bu aletleri. bu kocaman olanını tam vardırıyorum varması gereken yere, sopalardan biri teee bahçenin aşağısına düşüyor. düştüğü yere ağlamaklı bir şekilde bakıyorum. kendimi askerde gibi hissediyorum. her tarafım kasılmış...

renkler güzeldi. kırmızıydı piyanomsu dev alet ve sopaları da kırmızıydı. kolumun altındaki açık kahverengiydi. üzerimde ne vardı? garip bişey ya bi kumaş ya gecelik falan..bahçeler hep arka taraflarda olduğu için güneş almıyordu, pis koyu yeşil ve koyu renk ıslak toprak..karanlıkçana..başka mekanlardan da geçiyordum sanki yer altında filan..ama anımsayamadım şimdi..

bu rüyayı, soğuktan kasılan vücudum yazmış. taşıdığım ağır ama güzel aleti hemen ada ve adada ve olarak yorumlayabiliriz. eğer bu kadar kolaysa sorun yok. eğer bu kadar kolay değilse sorun yok.


2- geçen gece gördüğüm rüya da ilginçti. bundan dört gün önce gene adada. istanbulda gördüklerimi hatıramıyorum burda hatırlıyorum her seferinde. ne kadar da ilginç değil değil mi..
o gece gerçekten yatıyor olduğum yataktayım ve kapının çıngırdamasına uyanıp panjur aralığından bahçeye bakıyorum. sokak kapısından bahçeye doluşan yaşlılar görüyorum aralarında anneannem de var. bu yaşlılar bahçeye renk renk küçük çadırlar kuruyorlar ve bir söyleşiye başlıyorlar. giyiniyorum onları izliyorum. sonra annem geliyor annem gene genç. hani sanki benim yaşlarımda. gene üstünde kot ve oduncu gömleği. şen şakrak, odaya giriyor çıkıyor birşeyler anlatıyor. bir sonraki rüyada annem ben ve birkaç kişi daha, üserinde tek bir ampulün aydınlattığı, muşamba örtülü bir yemek masasında akşam yemeğine oturmuşuz. hani aynen, şu adile naşit ve münir özkulun anne ve baba olduğu, bilimum yeşilçam oyuncusunun da bunların çocukları olduğu o filmdeki ahşap evin fakir sofrası gibi. ışığa iki tane kelebek geliyor. biri küçük ve çingene pembesi renkli, üzerinde beyaz küçük lekeler ve pırıl pırıl. çok güzel. annem bu kelebeklerin güve olduğunu iddia ediyor. bu açıklamadan, hayvanların burada bulunmasının pek de iyi birşey olmadığını çıkaran (masadaki tanımadığım) kız bir el şaklağıyla güzelim kelebeği öldürüyor. ben ayağa kalkıp kısık bir nida ediyorum, içim acıyor. diğer kelebek kocaman ve sedef rengi fakat ilginç bir biçimde fil gibi kocaman bir burnu var boynuz malzemesinden yapılma. boynuz burunlu koca kelebek. annem "dur onu öldürmeyin bir şeye kapatalım koyalım onu" diyor. peki deyip masaya konan kelebeğin üstüne elimi yavaşça kafes yaparak kaçmasını engellemeye çalışıyorum fakat kelebek önce parmakşarımın arasında kaçıyor birkaç kez. sonra annem bardak getiriyor. bardağın içine alıp gene üstünü elimle kapatıyorum fakat gene kaçıyor. bu sefer iki elimle ona zarar vermeden yakalamaya çalışıyorum ama ellerimin içinde çırpınan koca kelebek hem çırpınarak kanatlarına zarar veriyor, toz toz dökülüyor kanatları hem de boynuzu ellerimi acıtmaya başlıyor. sonunda sinirlenip bıraıyorum hayvanı ve anneme kızıyorum: "eee ellerim acıdı! hem ne diye kapatmak istiyorsun ki hayvanı! güveymiş müveymiş! bırak gitsin aa!"

ben burda da gene boynuzlu kelebeği gökçe ve yalnız yaşamak isteyen gökçe ve (ortam itibariyle) adada yaşamak isteyen gökçe diye yorumlamıştım...annemin iması doğrultusunda güzel küçük kelebeği düşünmeden öldüren tanımadığım kız da mine abla olmalı..ne dersin?

No comments: