Thursday 25 October 2007

25.10.2007

Dün pek bi sıkılmış ve sıkışmış hissediyordum. Oturup Türkiye'deki STK'ları araştırdım internetten ama gerçek zamanla sanal zaman uyuşmazlığından herşey bulandı. İnternet kafamı çok bulandırıyor. Hani sanki sürekli alGımla ve duyularımla oynuyormuş gibi. Gibi de ne demek alasını yapıyor zaten ama ben gene de hala kullanmayı bilmediğim kanısındayım. Hala bağşıklık oluşturmadıysam bu duruma...Muhtemelen dün yaptığım araştırmayı elimle tuttuğum kendi hızımda ilerlettiğim ve etrafımdaki gerçek ışıkla gördüğüm bir mecradan yapsaydım örneğin ansiklopedi, kitap çok daha ferah hissederdim çok daha ilerliyebilirdim. Bu her tür bilgiyi sadece renkler değişerek aynı ekrandan okuma, görme, algılama durumu aslında beynimi şaşırtıyor. Beynimin alışmadığı ve hala dierndiği bir durum bu. Adapte olamadığı için de kafamın karışmasına göz yumuyor. Günün sonunda salyaları akan isteksiz bir aptala dönüşünce ben de bilgisayarı sadece müziği duyabileceğim şekilde koydum bir kenara ve yatağımın üstüne oturup kumaşların arasına daldım. Tilbe Saran komşuma söz verdiğim yastığı dikmeye başladım. Elimden bir kedi çıktı. Bilmem onu gönderir miyim...Belki bir kerelik de kendime birşey yapmalıyım insanlara hatıralar bırakmaktan vazcayıp. Evet bu kedi bende kalabilir belki...Ya da en azından kendime de bir kedi yapsam hiç fena olmaz...
İşte bu nedenlerden olsa gerek 'sanal günlüğüme' de yazmak istememiş olmalıyım.

Bu sabah 8:00'da uyandım, 8:40'ta alt kapıda italyanlarla buluşup şu dün araştırmasını yapıp bir yere vardıramadığım proje dersine gitmem gerekiyordu. Kalktım müziği açtım. Soyundum. Tekrar oturdum yatağa ve kara kara düşünmeye başladım:
Gitsem mi, gitmesem mi? Gitsem mi? Gitmesem mi?
Sonra aklıma tüm okul hayatım geliverdi birden. Kimin bana, böyle bir anda nasıl öğüt vereceği, öğüt veren kişiyle ilgili anılar ve benim cevaplarım, okul kapıları falan derken ortalığı bir gürültü bir karmaşa kapladı.

'ama gökçe git. gitmezlik etme'

-HAY AMA NEDEN?

'bir kere gitmemeye başlarsan arkası çorap söküğü gibi gelir.'

'gitmemek iyi değil gitsene'

'tamam! sen de başkaları ne yapmış ona bakarsın'

'ya sonra toparlıyamazsan? sen gene de git'

Gitme diyen çıkmadi yani! Bu vicdan azabı nerden geliyor ve bir aslı bir esası var mı diye düşünmeye başladım. Bu vicdan azabı, okula gitmeyerek yanlış birşey yapıyormuşum hissiyle yetiştirilişimden geliyor. Herhalde ortaokul ya da ilkokulda okula gitmek istemediğim zamanlarda bana göz yumsalar bir daha gitmememden korkuyorlardı. Bir de tabi bir derse gitmenin, birşeyler öğrenecek ya da üretecek olmanın bir gereği de devamlılık. Öyle değil mi? Eh, evet ama her zaman da değil. O devamlılık mekan ve zamana dayalı bir devamlılık olmayabilir. (a bunu söylerken rüyamı* hatırladım)
Garip bir esintiyle ürperdim ve kendime geldim. Neden gitmek istemiyorum? Çünkü hava beyaz, soğuk, isteksizim ve elimde istediğim veriler yok henüz yani hazır değilim.
Kalkıp Skype'yi açtım ve italyan kızı bulup ona mesaj attım, o da bana sakin olmamı hocanın da çok sakin bir tip olduğunu, istersem mail bile atabileceğimi söyledi.
Ve ben de yastığımı yatağın ters köşesine koyup uyumaya devam ettim. Az önce kalktım. Bunca maskaralığa deydi mi? Sorarım size? 'Siz' derken, Gökçe?


Rüya:

*İlk rüyamda, ki çok yarım yamalak hatırlıyorum, yanımda minik bir oğlan çocuğuyla ağaçlar, çamurlu ve lağım kokulu dereler, kanallar geçiyoruz, evlerin arkalarından geçerek, pis boruların üstlerinden altlarından sıyrılarak yıkı dökük tahta bir barakaya varıyoruz. Kapıda uzun rasta saçlı Hindistan'dan yeni gelmiş ingiliz bir eleman var, herkesler takılmakta. Her yer (su, gök, toprak) haki yeşil tonlarında. Hani sanki Sonra Yakup geliyor merabalaşıyoruz ve ben Yakup'a, geçen gece rüyamda seviştiğimizi gördüğümü söylüyorum, bunun üzerine gülüyoruz. Sonra o içeri giriyor ve ben de dolanıyorum...

İkinci rüyada tamamen semaver kumpanya var. Sanırım Murtaza'nın sahne arkasındayım ama burası daha çok bir arka bahçe gibi. Kıyafetler biraz değişmiş, hepsinin gözlerinde sürmeler var. İçerisi minik ve eski bir salon. İzleyicilerin çoğu çocuk ve veliler, çocuklara plastik tabak ve bardaklarda pastalar, börekler, kolalar, fantalar dağıtıyorlar. Bir karmaşa bir gürültü, bu sırada da oyun oynanıyor. Ben genelde o sahne arkası bahçede grupla birlikteyim. Aslında genel olarak Fatih'in kucağında oturmaktayım ve o saçma kavga olayından sonra aramızın düzelmiş olmasına çok sevinmiş bir halde etraftakilerle laflayıp gülüşürken elim arkada Fatih'in saçlarıyla oynuyorum ama sanki kendi saçlarımla oynar gibiyim. Sonra Fatih beni oyuna getirip kucağından indiriyor ve yandaki sandalyeye oturtuyor (bu arada sandalyeler bizim adadaki ahşap tonetler) Bu da benim Fatih'e karşı hissettiğim 'aşk'tan duyduğum gereksiz ve aptal utancı bize gösteren bir sahne. Eh n'oldu Gökçecim senin kendine güvenine? Kargalar mı gagaladı? Nasıl çıkacaksın sen sahneye böyle? Haaahahaha.

Şimdi köpüklü bir kahve lütfen