Friday 27 February 2009

kendimi gözetliyorum

geldiğimden beri şişiyorum. geldiğimden beri kendimi gözetliyorum ama sütun arkalarından kapı deliklerinden. ne rüzgar esiyor ne de hava var. nefes almadan yaşıyorum, bu burda daha kolay. şişiyorum ve şişiyorum. durduğum yerde şişiyorum. sekiz gökçenin yedisi de buraya geri dönmemeyi tercih etti sanırım ve ben yarım yamalağım. çok kötü hissettiğim zaman yedisi birden yok oluyor, ben de çareyi yok olmakta buluyorum. o zaman anahtar deliklerinden bakıyorum, bulamıyorum kendimi hiçbir yerde. kaya gibi duruyorum. konuştuğumu sanıyorum ama konuşmuyorum. sanki önceden kaydedilmiş bir bantın sonuna gelmişim de bantın ne dediğini dinlemeye bile tenezzül etmiyormuşum gibi konuşuyorum. yazmıyorum. ağlamıyorum. ama

rüya gördüm.

iki tane.

dün gece rüyamda, yapay bitkilerden küçük bir bahçesi olan bir alt kattaydık annemle ve birkaç insanla. ben dilimi damağıma götürüyordum ve bir çıkıntı farkediyordum. hani sıcaktan damak yanınca olur ya öyle. ama dilimle daha çok uğraştıkça anlıyordum ki o parça dilim kadar büyük bir parça. ikinci bir dil gibi damağımdan soyulmuş. cansız bir ikinci dil gibi. pastırma gibi. anneme gösteriyordum annem de bana "dikkatli ol yarın sabah çok ağrı yapabilir...yat. yatmalısın" diyordu ve beni bir koltuğa yatırıyordu. aptal bahçedeki insanlar gereksiz sohbetler edip gülüşüyorlar ve birbirlerinin üzerlerine su boşaltıyorlardı. annem kafamın altına yastık koyduktan sonra, koltuğun keskin kenarına denk gelen ayak bileklerimin altına da yorgan koyuyordu ve ayaklarımın yumuşak yerde olması gerektiğini söylüyordu.
sonra uyandım...



üç gece önceyse bir gece vakti Floransa'ya varıyordum. gezmeye başlamışım tek başıma. fakat vardığım yer daha ziyade Venedik'e benziyordu. gece karanlık, yerler büyük parke taşları, her yerde küçük kanal yolları ve üzerlerinden geçen köprüler. parkeleri çok net hatırlıyorum, üzerinden yüz yılların geçmesiyle deforme olmuş, kenarlarından otlar bitmiş güzel büyük parke taşları ve ben onları izleyerek yürüyordum. gece karanlık, serin ve nemli. etrafta kimse yok. bir sürü küçük köprüden, köprü altından, kanal kenarından geçiyordum. kafamın içinde bana çeşitli bilgiler veren kadın ve erkek sesleri dolaşıyordu. örneğin bir adam sesi bana kanalın neresinde yüzmemin sakıncalı olmayacağını söylüyordu. güzeldi ama ürküyordum da etrafımdan. gece karanlıkta akan kanal hem güzeldi hem de biraz korkutucu. ben, nereye gitmekte olduğumu anlamak için bir meydana varmak istiyordum ama bir türlü varamıyordum herhangi bir meydana. hep dar minik köprüler ve geçitler vardı sadece. sonunda bir köprü altında yukarıya yürüdüm ve bir meydana vardım. kocaman bir meydan, öyle ki bir ucu görünmüyordu. etraf sis ve birkaç ışık. meydanın ortasında kocaman bir aygır duruyordu. çok güzeldi. simsiyah parlak ve terli bir derisi vardı, kuyruğu yerlere kadar ve yelesi de gür ve upuzundu. beni görünce kişnedi ve bana döndü kaslı boynunu kıvırarak. bu aygırdan daha yakında duran bir tay vardı bir de. o da diğerinin küçüğü gibiydi ve çok öfkeli görünüyordu. kişneyip şaha kalktı ve üzerime gelmeye başladı. ben ikisini de geçerek meydandan diğer tarafı görebileceğimi düşünüyordum ama tay üzerime doğru gelip arkasını dönünce beni tepeceğini anladım ve kalbim ata ata, geri geri adımlarla gene aşağıya indim. gene küçük geçitlere ve köprülere kaldım. şehre vardığım noktaya geri gittim. kafamda annemin sesi oralarda bir yerede Ali Efendi'nin (anneannemin eski apartımanındaki kapıcı) bir hosteli olduğunu söyledi. hosteli buldum ve kapısı açık bir odaya yattım. sabah erken kalktım, annem ve birkaç kişiyle kahvaltı etmeye gidiyordum ki telefon çaldı, Ali Efendi beni uyandırmak için arıyordu ama ben daha evvel kalkmıştım. telefonu elime alıp saate baktım. saat 7:90'ı gösteriyordu.









gökçe,
eğer ordaysan
şu notu gökçeye ulaştır acilen.

açınca notta şunun yazdığını görecek:
çık ordan!