Sunday 5 September 2010

autumn sonata



evvelsi geceki rüyamda tuhaf birşey oldu.
kendi rüyamda sıkıldım!
uzuuun bir rüyaydı ve ben o rüyanın içinde öyle sıkıldım ki.

boş bir evdeyim. yanımda büyük gözlüklü, kızıl saçlı beyaz tenli, saçları iki yandan örgülü, mazbut sıkıcı bir kızcağız var ve bu boş evin her boş odasına girdiğimizde bana dakikalarca hiç ilgilenmediğim şeyler anlatıyor. offff çok sıkılıyorum ama kızı kırmak istemediğim için de herşeyi dinlemeye devam ediyorum. saatleeeer sürdü rüya. tuhaftı.

sonra bunun, bikaç gün önce izlediğim bergman filminden mülhem olduğunu düşündüm. autumn sonata filmindeki kız'ın (liv ullman) en eskiz haliyle rüyama girişiydi bu sanırım. o kızın o sıkıcı kasvetli ama bi şekilde aydınlık hali bana bizim aileden birilerini hatırlatmıştı, bunu düşünüp geçtiğimi hatırlıyorum filmi izlerken. geçip gitmiş kafamdan fekat bilinçaltım tarafından tutulup alehimde kullanılmış.

rüya altı alt rüya

dün gece rüyamda annemin öldüğünü gördüm. ani bir şekilde haberini alıyordum. korkunç bir çaresizlik hissi, bunu anlatmak çok güç fakat rüyada hissettiğim, devamı gelemeyen kesik ve histerik ağlamalar ve spazm halinde büyüyen o çaresizlik duygusunun karşılığı, kısa bir süre içinde içimin hiç tanımadığım bir enerji tarafından dolup patlayarak yok olmam gibiydi. evet sanki patlayacaktım. vücudum içerden dışa doğru zorlanan bi balon gibiydi. korkunçtu. çok ağladım ve üstelik boşalamadan ağladım saatlerce.
bir sonraki rüyada ise uyandığımı ve bu seferkinin gerçek, bir öncekinin rüya olduğunu gördüm. anneannem vardı rüyada. bana uzak bir masanın üzerini siliyordu ve beni görmüyor gibiydi, hiç göz göze gelmedik. sanki başka filmlerdeymişiz gibi.
ve annemin bana, zamanında "hah hah bi bakmışsın anneannenden önce ölürmüşüm" şeklinde tatsız bir "espri" (rüyada böyle geçiyor) yaptığını hatırlıyorum ve masa silem anneanneme bakınca annemin ölümün gerçek olduğunu anlıyorum. "rüya diilmiş gerçekmiş" sendromu. yüz katı bir sıkışıklık.
elbette hiçbir rüyada rüyada olduğumu bilmiyorum fakat ikincisinde, birincisinin rüya olduğunu farketmek o ikinciyi gerçek sanmak için bir kanıt haline geliyor. aynı acıyı daha da katmerli yaşa böylece..
gerçekten patlayarak öleceğimi zannettim.
ölmüş anneannemi orda masa silerken görmek bile beni rüyada olduğuma ayıltamadı ve ben rüyada "bu gerçeğe" alışmaya çalıştım deli danalar gibi..
sonra alakasız bir biçimde uyandım.badem'i, dertop olmuş yorganı ve yatak sırtlığını gördüm. suratım kasılmıştı, kaşlarım çatılmış. yanımda annemin olduğunu görünce rüyayı hatırladım.
yüzeye ulaşamamış yani rüya. göz yaşı yok. rüya içindeki gerçekliğin içine hapis bi biçimde ölücektim rüyada acıdan. fakat uyandığımda annemin gerçeğiyle ya da yaşıyor olmasıyla bir alakam yoktu.
fakat annemi görüp rüyayı hatırlayınca biraz soğuk hava dalgasına çarpmış gibi oldum. üşüdüm de. kötü hissettim rüyadaki kadar olmasa da..

...

rüyanın dili, yani görsel dili de manidar. ben ki ne küçük detayına kadar tasarlamış olduğum rüyaları birebir hatırlarım, bu iki rüyada herşey eksikti: annemin ölüm haberi geliyor bana bir şekilde ama hiçbir biçimde "neden öldü? nasıl öldü? kim söyledi bana? şimdi napıcam?" gibi sorular yok. ya da bulunduğum ortamın detayları yok. sanki bi sokaktayım ama yarısı çizilmemiş ve boyanmamış bir sayfada gibiyim. gerçekten rüyayı beyaz bir sayfaya yaratıyormuşum gibi, rüya ortamında beyazlıklar vardı. ikincide de anneannem, sildiği masa bikaç ot ve gerisi beyazlık, yarım yamalak.
hiçbir detay yok. direkt acıya konsantre. o acının tanımı var yalnız, "al bununla baş et" dercesine. "başka detaya takılma. acın bu. bununla başet."

doğaçlama konusu verir gibi..

burak'la burgaz'da bir gün






1- fakyu biç
2- burgaz
3- bremen bızıkacılar
4- sanatsal