Monday 21 June 2010

topranmış ıslak kokuyor

dün akşam saat beş buçukta teşvikiye'den çıkmak üzereydim ada yolunda ve tam o andı celalli bir fırtınanın koptuğu ve göğün mükemmelen karardığı, şimşeklerin çakıp yerdeki herşeyin sarmallar çizerek gökyüzüne doğru yükseldiği. sonra bir yağmur boşaldı bir an ve sakinleşti. beş dakika sürdü. benim geçtiğim yollarda fırtına, görünmez bi tokat ve serin bir ıslaklık olarak hissedildi. ama burgazda bir an için bilinçler kararmış.
herşey güneşli ve şırıl şırılken, aniden lodos tarafından hortum misali patlayan fırtına beş dakika dayak atmış burgaza. ağaçlar devrilmiş yollar kapanmış, elektrik direkleri yerlerinden sökülmüş, kulübün tahtaları, tenteler havalara uçuşmuş.
ipek tam bu sırada kulüpte, korkuyla kendini deniz kenarından iç taraflara doğru atarken herkes gibi,
bir anda yığılmış yere. öylece kalmış. bir daha da kalkmamış.
hemen ardından büyü gibi dinmiş kızgın lodos. ipek'i kaldırıp hastaneye götürmüşler suratı mor.




vapurdan ben,
tanımadığım bir adaya indim.
yollar nefessiz, ev yabancıydı.
kafamın içini sis basmış da burnumun ucunu göremiyordum sanki.
hissiz. noktalar flulaşana kadar dalıp gitmek. hiçbir yere.
ipek öldü.
ne demek?
ipek öldü ne demek?
öldü ne demek?










havası bitmiş oda, keçeden duvarlara bağırmak gibi
bağırıp da duymamak gibi
bağırdığını görmemek gibi
derini hissetmemek gibi
hiçbir şey hissetmek gibi bir şey.
ölü kokusu değil
ölüm korkusu değil
ölümün kendisi.
hiç
ve tuhaf.