Tuesday 9 October 2007

08.10.2007


Brigitte Bardot’yla güne başladım bu sefer. İki kıvırdım ve cimnastik yaptım dans derslerindem aklımda kalan hareketlerle, sandviç yaptım yedim.
Dün nehir kenarından aldığım taşları böyle lavaboma dizdim. Çok Feng Shui oldu bence. Ama dişini fırçalayıp da tükürmen gerekirse ya da hınkırman gerekirse nasıl olacak dersen, ikisinin arasına denk getirmiye çalışıyorum. Evimin feng shuisi! Kötü enercileri emsin tükürsün delikten göndersin diye...misyon sahibi doğal taşlar, dere kenarında nasıl davranıyorsa burda da öyle davranacak. Eşyağnın doğası.

07.10.2007 - Rüya 2



Pazar sabahı gök pırıl pırırl, üç damla gözyaşı.

RÜYA
Burgazada’daki evde başlıyordu ama hatırlamıyorum neler olduğunu, sadece geceydi ve biraz rüzgar vardı. Ordam annem, Doğanbaba, ben ve babam çıkıyorduk İstenbul’da bir yerde yemek yemeğe. Babam eve uğrayacağını söyleyip bizden ayrılıyor. Biz üçümüz boğazın epey ilerlerinde bir meyhaneye gidiyoruz. Epey yol tepiyoruz, arabadan inip yürümeye başladığımız noktada tepe bir yerdeyiz ve iki mafya tarafının silahlı çatışmasını görüyoruz ben başımı eğerek geçiyorum. O tepeden aşağıya indiğimizde sahil ve meyhaneyi buluyoruz. Buralar hep garip kılıklı zengin mafya babalarının geldiği yerler. Meyhanenin yanı öyle bir adamın evi, biz önünden geçerken sahile bağlı bir tekneye, daha doğrusu tekne gibi görünen ejderha gibi birşeye, üç tane fanfirifiş kadın atlıyor ardından da çirkin, dili doğu şiveli ama kırmızı üzerine siyah ejderhalı satn bir röptöşambır giymiş, gözünde kara gzlük ve başına bağlı gene kırmızı saten bir bandı olan, bıyıklı mafya babası biniyor (terapide anlatıyor olsaydım tam bu noktada bana HMM NE GELİYO AKLINA BUNLA İLGİLİ? diye sorardı bana Pınar). Gemi aslında bir hayvan olduğu için (sinirli ve bezgin sesler çıkaran bir hayvan) üzerine birisi bindiği anda hareket etmeye başlıyor, bu yüzden mfya babası da son anda atılıyor gemiye karada duran siyah takımlı, siyah gözlüklü badigardlar tarafından; ardından aceleyle geminin iplerini (yani hayvanın ince kuyruklarını aslında) gemiye doğru atıyorlar ve gemi gidiyor (ve gemi gidiyor evet)
Bunu görüp annemlerin arkasından masalara doğru gidiyorum, bu arada babamı arıyıp duruyorum bulunduğumuz yerin adresini vermek için ama bir türlü anlatamıyorum. Annem ve Doğanbaba oturuyorlar ben ayaktayım, babam arıyor ve meyhanenin sadece Cuma ve Pazar akşamları açık olduğunu söylüyor ( bu arada rüyanın, görüldüğü gecenin Cumartesi gecesi olduğunun bilincinde olması da ne demek ??)
Ben de anneme, onun konuşması gerektiğini söylüyorum, peki arıyayım diyor, sonra kararsız kalıp ‘ben mi aramalıyım acaba şimdiye kadar ben konuştum’ diyorum ama annem kendisinin aramasının daha iyi olacağını söylüyor. Bu arada Doğanbaba:
- E rakı içmiş. İçmemesi gerek ama hala içiyor içmemesi gerek diyor, annem de onu onaylıyor ben bir anda SUSUN! Die bağrıyorum, gözlerim doluyor ve bağardığım anda da özür dileyip ‘tamam ama şu anda konumuz bu değil! Anne babamı arar mısın..’ diyorum. Annem ‘doğru’ deyip arıyor..


Uyandığımda saat 11:bişeydi. Biraz ağlıyasım geldi ama biraz..biraz ağlayınca zaten hemen burnum aktı sonra da öksürük geldi. Yarına iyileşmiş olurum umarım artık onca ilaca.
Biraz perde diktikten sonra Güliz’le Lech nehrinin kenarına inelim dedik. Bir süra sol aşağımızda nehir, sağımızda otoyol yürüdükten sonra karşıya geçip bir yürüyüş yoluna vardık. Koca ağaçlar, tren yolu, tren yolunun kenarındaki anlam veremediğimiz minicik tek katlı, bahçeli evcikler ve Lech’in diğer bir kolu. Üç saat kadar yürüdük, pek iyi geldi. Lech nehrinin nerdeyse her yeri çok sığ ama akıntı kuvvetli, nehrin içinde ne bitki ne canlı var, dibi çakıl taşı, bazı yerlerde de atılmış ve yosun tutmuş duvar saati, kimlik, şemsiye vs. var; yalnız yeşil başlı yakışıklı ördekler yaşıyor üzerinde canlı olarak. Henüz neden olduğunu anlamış değilim. Çok kuvvetli aktığı için olabilir mi? Nehrin bazen ortasında bazen karaya yakın yerlerinde dibindeki çakıl taşları birikmiş ve suyun üstünde adacıklar oluşmuş, çok fantastik gözüküyor. Görünce haman üzerine çıkmak istedik. Karaya yakınlaşmış bir tane bulduk ve yoldan aşağıya inip, ağaçların arasından minik çakıl adacığa, ördeklerin yanına indik. Çok güzeldi. Bir ara gelip ateş yakıp alkol almış insanların izi vardı. Bu güzel günde neden kimsenin buralara inmediğini anlıyamadık. Bu minicik çakıllıkta durmak, nehrin üzerinde durmak gibiydi. Ördeklerin yanına yaklaşmaya çalışınca bize küfrderek uzaklaştılar. Oturduk biraz, elimizi soktuk suya buz gibiydi. Birkaç taş kaydırdık ve hava kararırken yola geri çıktık, eve döndük.
Yemek. Evet yemek yemek lazım. Renkli makarna? Tamam ama biraz sebze? O zaman...Havucu rendeleyip biraz kavurayım, sonra üzerine biraz da şey, ne var burda,ha semizotu, bir tane da domates rendeliyeyim ve boca edeyim makarnaya, biraz da kaşar parçası. Yi şimdi! Yidik, fena değildi, Güliz beğenip ikinci tabağı bile yedi. Eğlenceliymiş bu iş!
Bu arada, neden epey bir zamandır dinlediğim müzik türünü değiştirdiğimi anladım. Küçükken daha kolay anlaşılır ve aklımda kolay kalıp kolay hatırlıyabileceğim nakaratlı müzikler dinliyordum çoklukla. Aklımda kolay kalan şarkının nakaratından ziyade, bana hatırlattığı hislerdi ve bu hisler genellikle o müziğin kendisinin bende yarattığı histen çok, zaten yaratılmış ve özendiğim hialerdi sanki. Şimdi dinleyip de koyduğum yer genişledi sanki içimde ve yankılanıp birbirlerine çarpa çarpa geziyor bir sürü müzik ve tür. Hepsini dinleyip benimle özel bir ilişki kurmalarını izliyorum, kendilerine içimde yer açıyorlar. Eskiden daha çok içimi dolduruyorlardı taşıracak gibi sıkış tıkış. Şimdi kulaklarım ve içim yeni şeyler duymak ve söylemek, yeni şeylerin aklımda kalmasını istiyor, daha geniş daha olgun daha geçmişi olan daha hacmi olan müzikler. Her dinlediğimde yeni şeyler göreceğim sesler. Gerisi rahatsız etmiye başladı nedense. Nostaljiye (nostaljime) karşı büyük bir sempatim olmasına rağmen, geçmişimde yer etmesine rağmen kolay dinlenir müzikler kolay sıyrılıp sıkmaya başladılar beni. Mesela Vagon’un sahibi söylemişti bir gün, insanların caz sevmeleri için kulaklarını, alıştıkları şeylere, popa tıkamaları ve caz dinlemeye başlamaları gerekir diye, doğru. Dinliye dinliye kas çalıştırıyorsun sanki, ben pek az caz dinlerdim küçükken, yeni yeni anlamaya başladım. Anlamak ne demek? Okuyabilmek demek biraz. Bilmediğim dilde bir satır gördüğümde o benim için bildiğim harflerden oluşmuş, yalnızca görsel bir kompozisyondur ama kelimeleri anlıyacak kadar o dili öğrendiğimde o satırın benim anlıyacağım şekilde çözüldüğünü görürüm, artık anlıyabildiğim ama yeni öğrendiğim bir harf kompozisyonu vardır karşımda. Bir dili okuyabilecek kadar bile öğrendiğimde, ilk harfte takılıp kalmam aksine metni akıtarak okuyabilirim anlamasam da, böyle başlar. Sonra de o dile hakim olmanın tek yolu, daha çok matin okumaktır. Bunun gibi bişey işte.

05-06.10.2007




Fena hastayım ama alışveriş yapıp ilk yemeğimizi pişirdik:
Domatesli sosis yemeği yanına da püre ve karışık salata!
Buranın pazarı pek şeker ama bizim pazarların tersine pahalı. Fakat kendimi alamadığım bir TEZGAH var ki o da, içi pirinçle doldurulmuş, el kadar tüylü oyuncak hayvan satan adamın tezgahı. Dinazordan, örümceğe, evrimleşen kurbağadan amipe kadar her hayvan var. Minikler 5, büyükler 10 Avro. Umrumda değil her hafta gidip bir tane almaya karar verdim, asıl kendimi tutmam gereken nokta hergün gitmek olmalı! İlk olarak 15cm boylarında şapşal bakışlı bir köpekbalığı almak oldu.

Akşamsa saat yediden, herhalde onikiye kadar dört posta çamaşır yıkadık. Çamaşır makinaları ve kurutma makinaları sadece ikişer 50likle çalışıyor. Biz de onca saat, elimizde çay altımızda şalvarla girişin önüne tüneyip cuma gecesi şıklıklarıyla girip çıkanlardan KÜÇÜK PARA (Kleingeld) dilendik...

06.10.2007
Hava kapalı.
Hala hastayım, iki rulo tuvalet kağıdı bitirmeme rağmen burnum hala fena.
‘Geçicek geçicek’
Hani şu bir türlü içinden çıkamadığım, hiçbir kornişin bana uymadığı perde işi vardı ya...Ona bir çözüm buldum dün gece. 1 Avrocu’dan aldığım çıtçıtların (Druckknöpfe) en büyükleri benim perdeliğime tam oluyor! Bugünkü işim çıtçıtları perdeme dikmek. Evet...ama akşam olduğunda bir duruldum ve laptopumun kafasına göre çaldığı müziklere boyun eğip, üç saat kadar photoshopla uğraştım, son anda bir başarısızlığımı görüp çok çok sinirlenmeyi düşündüm ama yapmadım. Sonra uyudum..

04.10.2007

Hava kapalı, sisli. Evet bu sefer artık erken davranıp 8:30’da okula gittik ve proje seçimimizi yaptık. Saat 5, ve bu saate kadar neler yaptığımızı ben pek de hatırlamıyorum. Hasta kafası da ilginç birşey gerçekten. Okulun bıdıbıdı işleri hallolduktan sonra ilaç alabilmek için 3 ayrı doktor dolaştık, birinde sigorta geçmiyordu diğeri, kapısında saat 3 yazmasına rağmen 4:30’da gelecekti, her hayal kırıklığında geri dönüp tekrar soru sorduğumuz eczaneden Zitromax lmak istedimse de reçete istediler, gerisin geri dönüp sigortanın geçmediği doktora gitiim ala ala da 10 Avro aldı zaten adam benden. Boğazım beyaz değil de kırmızı olduğu için antibiyotik vermeyeceğini söyledi. Doktorun karısı da şu bildiğimiz özdeyişten girdi:
‘ilçla bir haftada geçer, ilaçsız 7 günde’. Antibiyotik olmıyan iki ilç verdi. Ama ben bu hasta halimle, bir içi ısınan bir ürküp soğuyan hatta telaşlanıp iki yağmur yağıp sonra gene birini görüp sevinip açan kararsız Augsburg havasında dolaşınca iyice sigortalarım attı elbet! Sinirden mi sıcaktan mı hastalıktan mı sıcak geliyor!?! Neyse eve vardım, akşam güneşi yüzüme vurunca yelkenleri indirdim suya, ilacımı bile almayı unuttum. Bunca emekle aldığım ilaçlarıma aşırı inançla bağlanıp en kısa zamanda mucizeler yaratayım diyorum. Mesela yarın evden çıkmamak ama elbet evi havalandırmak... (amma virüslü bir karı oldum ben). Arkadaşlarımın adları, Sinupret ve GeloMyrtol forte (hatta bu ilaçta DIN fontu kullanmışlar gene!)

Hayır, benim anlamadığım, eve geldiğimde yerler nasıl oluyor da bu kadar tozlu,
saçlı oluyor! Hani gören de ben yokken gün boyu uzun saçlı insanlar gelip yerlerde yuvarlana yuvarlana sevişmişler sanır!
Şimdi hasta hasta geldiğim evimde, kıçımı tekerlekli sandalyeden kaldırmadan dolanıyorum odanın içinde.arada kalkıp dans ediyorum, nefes almama yardımcı oluyor. Evet.


...


Günün cümlesi:

Zavallı Güliz arkadaşımız, eve geldiğinden beri odasında bir sandalye olmamasından yakınmaktadır. Yapması gereken tek şey bunu kapıcıya bildirmektir, gel gelelim kapıcı yalnızca almanca bilmekle kalmayıp bir de sadece sabah 9 ila 10 arasında ulaşılır konumdadır! Günlerce kara kara düşünen Güliz çareyi, söyleyeceği cümleyi ezberlemekte bulur, böylece kapıcıyı gördüğü yerde yapıştıracaktır cümleyi. Öyle de olur, Güliz ve kapıcı asansörde karşılaşırlar ve Güliz gerisin geriye kendisine yapışan cümleyi, yani günün cümlesini söyleyiverir:

Ich bin nicht stuhl!
(ben sandalye değiim)(ama gene yanlış gramer)

Kapıcıysa ona akıcı bir ingilizceyle, Pazartesi sabahı gelip alabileceğini söyler.

02-03.10.2007

bu sabah 07:15 kalkış. Animalsss! Son kalan kahvaltı ve çıkış.

....

Evet ders kayıtları için biraz geç kalmışız.
Hayır hala internetim yok.
Evet hastalanıyorum boğazım acıyor ve yorgun hissediyorum.
Hayır bugün çamaşırlarımı yıkıyamadım, pilav da yapamadım.
Evet herşeye perşembe başlayıp perşembe bitirmemiz gerekiyor.
Hayır hiçbir korniş tipi benim perdeliğime uymuyor perde dikip takamıyorum bir türlü.
Evet kafam karışık evet!
Hayır iyiyim teşekkür ederim.

...




Anlamsız bir gündü, anlamadığımız almanca ders programını deşifre etmiye çalıştık, bir de ilk bardağımı kırdım.
Bugün meğer ilk kez saat beş sularında evde kalmışım, farkettim ki günbatımını görüyormuşum. Pek hoştu göz kırptı bana krımızı kırmızı...

...

Saat 01:06 oldu. Bilgisayarım MFÖ çalmıya başladı bir anda uykum kaçtı içim fırladı dışarı! Heyecanlandım! Bölük pörçük anılar fışkırıyor bir sürü! Öyle dağınıklar ki cümle kuramıyorum bile! Yalnızca heryerimden akıyorlar dışarı. Unuttum Augsburg’da olduğumuu!

Halbuki burda Augsburg’dayım. Nezleyim öksürüyorum boğazım acıyor.

29.09.2007








On buçukta kalktık. Alman sosisli yumurta yaptım yanında süt. Nedense latin havaları iyi geliyor sabahları burda, yoksa hiç adetim değildir. (Sergio Mendes Trio, Jorge Ben, Harry Belafonte). Hava bir güzel bir güzel. Şahane bir bahar günü yaşıyan Augsburg…Evet. Hemen dışarı çıktık. Şehri gezmiye, gene elimizde bir alışveiş listesiyle: tahta kaşık (teflon tava için), makas, domates, çay, korniş…Caddeleri sokakları gezdik, tatlı yedik içki içtik balık yedik. Akşama doğru Rathaus Platz’a yakın St.Ulrich kilisesine girdik, perspektif yanılsamalı demir kapılar vardı içerde. Çocuğunu kurt kapan kadının yardım çağrısı üzerine dualariyle, kurdun çocuğu ağzında getirdiği efsanenin sahibi Aziz Simpert’i öğrendik, 1200.yıl dönümü kutlanıyor. Kapıdan çıkarken gördüğümüz çok güzel mermer taş üzerinde de kiliseyi 2006 yılında ‘Papa’ya ait, Jerusalem’deki kutsal mabed şövalyeleri’nin satın aldığı yazıyordu. Aynı caddeden düz renkli tülbent inceliğinde beş tane büyükçene kumaş aldım perde yaparım diye. Rathaus Platz’daki Europa Cafe’ya oturup kahve içmiye başladık. Ben Ekin’e ne lise eğitimimde ne de üniversite eğtimimde hiç ama hiç nasıl ‘essay’ yazılır, nasıl araştırma yapılır hiç öğrenmediğimden dem vurdum. Ekin de bana disertasyon yazmayı, araştırma yapmayı öğretebileceğini söyledi:
-mesela şöyle bir soru olsa, ‘kanunlara her zaman uymalı mıyız?’
Bunun üzerinden biraz konuşturdu beni:

Sorunun içinde neler var?
-Kanun nedir
-Her zaman
-Mıyız, biz
Kanun, insanların hak ve özgürlüklerinin, gene insanların hak ve özgürlüklerini koruyabilmek için sınırlarını çizen kurallar bütünüdür.
‘Her zaman’ diye belirtildiğine göre aslında uymamız gereken birşey olduğu yargısı var soruda. Uymalı MIYIZ, biz, toplum. Kanunu koyan kim? Meclis, yasama yürütme yargı. Kanunlara uymamak ne demek? Ceza demek...

gibi.

Kafamın birçok bağlantı noktasının, paslanmış olmasa da yağlanması gerektiğini hissettim. Bana ödev konumu verdi:

HAYVANLARIN RUHU VAR MIDIR?
anima – animale, spiritum...hmm


Sonra, büyük bir azimle aradığımız barlar sokağını keşfettik şans eseri. Akşam yemeğini güzel bir breuereida yedik. Masayı alman bir çiftle paylaşıyorduk, onlarla konuştuk. Frankfurter çocuk, gittiği ülkenin dilini öğrenmenin, entegre olmak için önemli birşey olduğunu düşündüğünü ve İstanbul’u çok görmek istediğini söyledi. Sonra alman dialektlerinden örnekleri ve taklitleriyle, sosis yemeklerinin isim ve yapılışlarının yöresel farklılıklarından, Hamburg’un ve Frankfurt’un çeşitli house müzik çalan iyi dans clublarından bahsetti, bu arada yanındaki kızı ancak yemeğin sonunda öpmeye vakit buldu. Ben ömrümde yemediğim kadar et yedim sanki. Çıkınca anladık ki eve yakınmışız zaten ve bu kent minicikmiş zaten ve dönüp dolaşıp aynı yerlere geliyormuşuz zaten. Eve geldik Bethooven dinledik...

Rathhaus denen meydan ve çevresiymiş meğer asıl şehir.Benim kaldığım yer, şehir kapısının bir kilometre kadar dışında ve daha donuk daha beton üstelik bol bol türk dükkanı (özge kebap haus, gözde friseur, onur hatay restaurant vs.) olan yerinde. Şehrin etrafı Lech nehrinin minik kollarıyla sarılı ama şehrin içinden pek geçmediği için hiç de nehri, suyu olan bir kent gibi hissedilmiyor. Sinsi sinsi akıyor arka sokakların altından ve şehrin dışından ve öyle sessiz akıyor ki akan suyu ancak görebiliyorum, her seferinde de şaşırıyorum, hala ikna olamadım nehrin nehir olduğuna. Benim apartımanı şehirden, Lech’in Sen nehri genişlinde bir kolu ayırıyor. Apartımanın biraz aşağısı hızla akan gri nehrin kıyısı, büyük ağaçlar ve ufak kayalar var. Güneş olan bir günü orda geçirmek istiyorum.

30.09.2007 – 01.10.2007






On buçuk gibi kalktık The Bratsch dinliyerek sallandık.
14:00 gibi bir trenle Munich’e gittik. İlk çıktığımız caddede sadece türk dükkanlar vardı: kebapçılar, düğün salonu, kıyafetçi, telefoncu vs. garip bir durum. Sonra büyük gürültünün olduğu yere vardık. Kocca bir panayır alanı, çok çok büyük. Çoluk çocuk bir DÜNYA insan. Bir sürü lunapark makinası: korku tüneli, fantastik tünel, rollercoasterlar, vahşi dönme dolaplar, korkuç ve çekici. Herşey çok ve dolu ve fazla büyük geldi bana girdiğim anda. Önce tuvaletleri bulduk sonra 3000 kişi kapasiteli 7, 8 bira çadırından hangisinde içelim diye fütursuzca ona buna girip çıktık. Oturmadıkça bira içilemiyor. Sonunda Löwenbräu‘nun çadırında birilerinin yanında yer bulduk oturduk. İçerdeki 3000 insan da olağan üstü sarhoş, herkes çıldırmak için kıçını yırtıyor ve kıpkırmızılar, ordan burdan bilmemne kadara aldıkları geleneksel kıyafetler, üstlerine bira dökülsün kusmuk olsun diye var. Çok güzel! Çadırların tam ortalarında yüksekte sahne mahiyetinde bir yer var ve orda bando müzik yapıyor, o marş senin bu marş benim çalıyorlar. Biralar 1lt geliyor ve tanesi 8 Avro. İnsanlar hep bir ağızdan tüm şarkıları söylüyorlar detone olmaksızın. Önce, ‘eğlenebilmek için tüm bu şarkıları bilmek gerek ben bilmiyorum ki’ dedim, kalabalıktan ürkmüş olacağım çünkü ikinci litreme geçtikten sonra bir anda şarkıları söylemeye, masaların üstüne çıkıp oynamaya ve herkes gibi üstüme döke döke bira içmiye başladım. Birsürü insanla tanıştık, Hollanalı pastacı bir adam, polonyalı şehla sarhoş kız, brezilya asıllı alman çocuk, Bask İniaki...
22:30’da bitiyor içki servisi, sonra çıkılıp Munich meydandaki barlarda devam ediliyor ama tam tüm grup toplanmış gidecektik ki herkes kayboldu. Durup birşeyler yiyelim dedik, işte bu kısmı hatırlamıyorum ama Ekin’in anlattığına göre aldığım snitzelli sandviçin üst ekmeğini yere atıp üstüne basmış, sonra da snitzelden iki ısırık alıp gerisini de yere fırlatmışım. Yapıyorum böyle vahşilikler, henüz bilmiyorum neden.
Sonrasında beni ben yapan alkol, ilk girdiğimde binmeye kesinlikle çekindiğim o aletlere doğru koşturdu. Önce komik korku tüneline girdik kahkahalarla sonra da rollercoaster. Ben daha devam ederdim ama Ekin kusunca etmedik döndük Augsburg’a. Ama o anlamsız kalabalık içime yer etti aklım kaldı, bitmeden bir kere daha gitmek için ateş yanıyor midemde...
Gece 02’de evdeydik, uyuduk, sabah 11’de kalktık, yorgun ve aylak gezdik. Çok güzel bir kilise daha gördüm, 825. yılını kutlayan St.Peter Amperlach kilisesi. İçi çok minimalist ve çok dikkatli bir biçimde restore edilmiş, kilise için özel sandalyeler tasarlamışlar örneğin, arkalarında ilahi kitabını koymak için cep kısmı, ceket asmak için minik bir askısı olan, üzerine uzun bir keçe parçası konarak sıra haline gelebilen başarılı tasarımlar. Saat yadiye kadar yorgun yorgun dolandık orda burda, aklımızda geri dönüp sarılıp uyumak vardı. Trama binip şehrin biraz dışındaki Euroline otobüs duraklarının olduğu yere gittik, farkettim ki ikea da ordaymış. Yarım saat otobüsü bekledik. Sonra Ekin binip gitti, gelirken edindiği arkadaşlarını yerli yerinde bulunca gülümsedi. Ben de kararmakta olan alacakaranlık kılıklı havada ıssız ıssız tramvay durağına yürüdüm. Makinadan bilet alamıyınca, dar kotu üzerine bol bir hırja giymiş, elinde bir kitap tutan alman kızdan yardım istedim, konuşmıya başladık. Hoştu va şekerdi. Fotoğraf ikinci senede okuyormuş. Minyondu, suratı yuvarlak ağzı genişçeneydi, gözündeki bilmemkaç derece gözlükler zaten büyük olan açık mavi gözlerini daha da kocaman gösteriyordu. Sakin ve tatlı bir sesle konuşuyordu, nerde kaldığımı, neden geldiğimi, yalnız başıma kalıp kalmadığımı sordu. Ben de ona ne tür fotoraflar çekmekten hoşlandığını sordum, portre çekmeyi seviyorum diyeceğini önceden tahmin ettim ama cevabını bitiremeden inmesi gerekti, inerken cevap vermeye devam etti, kapı önünde kapanırken de ‘Crazy things!’ deyip bitirdi cevabını.Arkasından baktım acaba nereye gidiyor diye, sevgilisine olabilir mi? küçük ama? Kapalı bir kıyafet dükkanının vitrinine birkaç saniye bakıp yürümeye devam etti. Floresan ışıklı karamsar tram ilerledi..

Akşama, bir anda yalnız kalınca dank etti. Çarpıntı başlar gibi olacaığını hissettim, alkol dedim alkol herkese iyi gelen bir insan. Güliz’le çıktık, keşfettiğim barlar sokağına gidip iki bira içtik. Gittiğim ülkenin barlarında alkol almak bana iyi gelen birşey, sanki beni ona, onu bana yaklaştıran ve alıştıran şey. Konuştuk, her yerde duvar gibi karşımıza çıkan türklere sürünmeden geçmiye çalışarak çünkü kendileri barlara gidip kola içen cinsten.Yarın sabah erkenden okula gitmece...Bu arada saçlarım uzuyor.

28.09.2007



Sabah güzel bir kahvaltı ettik Ekin’le bir önceki gün aldıklarımızla. Bavulumu açıp yerleştirdim Tolga Emilio Trio dinliyerek. Hava bir yağmur bir fırtına. Okula gidelim diye tutturduk, çıktık elde haritalar, zar zor bulduk okulu pazartesi gelin dediler gerisin geri döndük şehir meydanına alışverişe! Askılar, sabun, cif, yer bezi, yastık kılıfı, fön makinası, elektrikli el süpürgesi, ketıl (bakma öyle hepsi gayet hesaplı!) aldık ve eve geldik. Aldığım temizlik malzemeleriyle yerleri duvarları fayansları köşeleri temizledim. Bu arada tirbüşon arayışı içindeydik ve koskoca binada sadece asker pantolonlu büyük bir alman çocuktan çıktı. Gece çok fırtına vardı, delik deşik uyudum, rüyalar da aynı minvalde...

Rüya 1

Ilk gece iki tane rüya gördüm:

Birincisinde bir gece vakti taşlık bir koydayım. Zengin bir ailenin yanındayım, aile 60 yaşlarında ebeveyn ve onların iki kadın bir erkek çocuklarından oluşuyor. Çocuklardan büyük olanı gözlüklü, iri, şişman bir adam ve deli. Beni salmıyor ki gideyim, herkesi tehdit ettiği için de kimse birşey yapamıyor. Kaçmıya çalışıyorum ama her denemem başarısız oluyor ve her beni yakaladığında daha korkunç şeyler yapacak diye korkuyorum. En sonunda koyun arkasındaki uçurumdan can havliyle tırmanarak kaçıyorum, yola çıkıp uzun saçlı bir kadının kullandığı bir otomobili durdurup biniyorum ama adam tam arkamda, çok korkuyorum, elbisemin etekleri kapıya sıkışıyor da dışarda kalıyor. Sonunda kaçtım mı kaçamadım mı hatırlamıyorum.

Ikinci rüyada geniş bir iskelenin üstündeyim, iskeleye bağlı bir vapur da var. vapurun içinde gezerken iskelede adadan Tolga’yı görüyorum, denize atlıyorum Tolga’ya sesleniyorum, o da atlıyor suya. Yanında birileri var, ispanyolca bilip bilmediğini soruyorum ona, az diyor. Ona bir metin veriyorum ispanyolca, al oku diyorum. Yavaş yavaş okumaya başlıyor, e ne güzel okuyorsun işte diyorum. O sırada suda çok yakınımda iki yunus görüyorum Tolga’ya söylüyorum baksın diye. Vapur yavaşça kalkıyor iskeleden yunuslar da ardındalar. Ama yunusların yüzgeçleri, sanki hayvanlar çember biçimindeymişler gibi habire görünüp duruyor. Peşlerinden gidiyorum ve suyun içinde geniş bir kan birikintisine doğru gittiklerini görüyorum, şaşırıyorum Tolga’ya haber veriyorum geliyor ve kanın, uzaklaşmakta olan kocaman bir balinanın ardından geldiğini anlıyoruz. Yunuslar da o kan dolu kanalın içinden ilerliyorlar.

27.09.2007, 12:20

Pasaport kontrol Munich:

Hallo! Kommen sie aus der Türkei?
-Ja aber ich spreche nicht Deutch..
Sie sprechen sehr gut Deutch!
-Thank you!

Topladık bavulları tren bileti almak için gişe ararken esmer bir kadıncağız farketti bizi. Bir havaalanı çalışanı, önce almanca konuştu biz anlamadık, ingilizce var mı dedik yok dedi, türkçe var mı dedik aaa dedi türk değilim ama var türkçe. Kürt türkçesiyle gösterdi bize yolu. Biletleri aldık iki kişi 29 Avro. Treni beklerken iki tane türk adam geldi yanımıza biz de aynı yere gidiyoruz diye birlikte bindiler bizle. Aktarmasıyla bir buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Augsburg…Karşımda Ekin, önce babamı görürü gibi oldum ya da gençliğini görür gibi mi, tam bilmiyorum bir an kafam karıştı o kadar, sonra geçti. Herhalde sonraları içinden habire geçecek olduğum minik Augsburg tren garının ortasında sarıldık.


Bir tren, ve bir tren daha sonra da bir tram ve ondokuz katlı evimizdeyiz. Sıça sıça taşıdık o bavulları üstelik beni boğmakta olan çantalardan biri patlamış olarak çıktı uçaktan, şimdi kirli torbası olarak çalıştırıyorum. Hemen çıktık alışverişe, evin iki adım yanı ALDİ, buranın ucuza ucuz mal satan bir marketi. Bikaç yiyecek birkaç temizlik malzemesi biraz kap kacak çarşaf vs. eve bıraktık tekrar çıktık ünlü sosislerinden yiyelim buraların diye. Bulana kadar öldük açlıktan. Sonra bulmuşken ikişer tane yedik hem de donduk dışarlarda, döndük eve (eve??)

Gece Bach dinledik…