Friday 13 November 2009

444

444, altıdan sonra tiyatrosu'nun oyunu. 2008'de ya da 2007'de çıkmıştı oyun sanıyorum ama ben ancak şimdi, altıdan sonra tiytrosu kumbaracı50'yi açtıktan sonra gidip de görebildim. bu akşam gittim gördüm. daha evvel grubun kurulduğunu, oyunlarını sahneye koyduğunu ve habire ödül alıp durduğunu takip ediyordum mütemadiyen. oyunun yönetmeni ömer erzurumlu, yazarı yiğit sertdemir. sanıyorum uzun süredir gerçekten oyun yazan tek insan o. çok zekice, çok dinamik ve çok "tam" bir oyun.

yiğit sertdemir ve detaylar. detayların bütünü oluşturduğunun (çok klişe bir laf haline geldi ama gerçek malesef), bizim algımızın da detayları seçerek anlamaya, kavramaya dönüştüğünün farkında. çünkü algılarımız (aynen tam da şu anda bergson'un madde ve bellek kitabını okurken) kendi için yararlı olan, geçmişte yerini bulan, çağrışım yapan detayları algılıyor öncelikle. bir insanı bir bakışta istediğimiz kadar inceleyelim, hemen ardından boy resmini çizemeyiz, bize göre karakteristik olan detaylarını hatırlarız. bir oyun da böyle yazılır, sahnede yönetmenin de oyuncunun da izlediği yol burdan geçer ister istemez. detay. yazar belli ki zaten bu detayların farkında bir şekilde yaşıyor hayatını ve böyle zevk alıyor ve böyle üretim yapıyor. detay delisi bir insan olarak mini mini, belki herkesin göreceği ama ayırdına varmayacağı küçücük detayları gördükçe daha da düştüm oyunun içine. o detaylar ayrıca fark edilsin diye değil, insan algısının bir sonraki ana doğal geçmesi için yapılmıştır ama beni mutlu ediyor. evet ancak böyle açıklayabilirim. detaylar beni mutlu ediyor. ve sonra da beğeneceğim oyunu daha da çok beğeniyorum!

444, toplumsal hafızasızlığı "teknoloji"yi kullanarak kapitalizme bağlıyor. ama klişeye kaçmadan. sistem = bilgisayar sistemi, hafıza = bilgisayar hafızası. kaba bir analog değil. ama matematik bir kurgu ve ince yazılmış bir iskeleti var oyunun. üstelik tam ortada kendi kendine takılan fare de çok düşününce çok klişe bir göndermeymiş gibi gelse de oyunun içinde hiç de öyle olmuyor çünkü hiçbir yere klişe bir göndermede bulunmadığından, bizim algımız o fareyi "kobay - sistemin kölesi - memur" falan gibi klişe göndermelere yöneltemiyor. çok doğru yazılmış bir oyun bu yüzden. bu klişe sembolü klişe olmadan kullanabilmesi gerçekten yeni bir dil yaratabilmiş olduğunun kanıtı. tüm bunları söylerken klişeye kaçmaması, gerçekten gerçek bir derdi var demek yazarın kanımca.

son kısımın belki fazla "mesaj" olması eleştirilebilir ama ben şahsen bunun böyle olmasını oyunun doğal gidişinde, yerinde bir son olarak değerlendirdim. sessiz ve giderek sönen ve karanlığa gömülen bir mesaj hissi veriyor kurgu ve reji.

çok karşılaştığım birşey, üretiminin içine alıntı yapmayı bilmeyen yazarlar ve çizerler. öyle direkt alıntılar yaparlar ki, yazarın ne dediği gizli kalır, silinir. dolayısıyla yaptığı alıntı bir gösterişten ileri gidemez. 444'te bu böyle değil. herşey birbirinin içinde erimiş. herşey doğru yerde. temiz ve leziz.

444'teki alıntıdan bir alıntı:

- söyle hayatın anlamı nedir??

- doğumdan ölüme kadar geçen süre.

La Matrone d'Ephèse

La Matrone d'Ephèse

dinlemeden bir günüm geçmiyor

bu teknoloji nereye gidiyor? ya da teknoloji ve standardizasyon ya da kırmızı başlıklı kız tuvalette kaldı



efendim nano teknolojinin koltuktan süpürgeye, sesten karakter tahlilinden dünyayı kontrol etmeye kadar her derde deva olduğu günümüzde biz bugün bu köşede tuvaaaletlerden söz edeceğiz.

teknoloji...yüriyen merdivenler, asansörler, sensörlü kendiliğinden açılıp kapanan kapılar, ergonomik büro sandalyeleri ve sensörlü tuvaletler. tüm bunların, öngörüldüğü gibi işleyebilmesi için standardize olması şarttır. söz gelimi ergonomik yataklar, koltuklar belli bir norma göre tasarlanır. keza asansör düğmeleri ve sensörlü kapılar da. ben "kısa"ca başımdan geçen bir an'ıyı anlatmak istiyorum burada. geçenlerde karaköydeki paradayz restoran'da (burası taze mezeleri olan, denk gelirseniz çok şeker seyyar bir müzik grubunu şenlendirdiği, rus fahişelerin sıkıştırılmış sosis gibi giyinip korkunç heriflerin ciplerine binmeden evvel zil zurna sarhoş oldukları nezih bir yer)(bi de dışarda bir yapay havuzları var ki içinde havasızlıktan boğula boğula yavaş yavaş ölen ağzı açık balıklar dolaşıyor. öyle aptallaşmışlar ki elinizi attınız mı yakalıyıveriyorsunuz. canlı canlı ızgaraya atmak çok iç acıtıcı olduğu için bu havuzda bööle saatlerce yüzdürüyorlarmış ki hayvanlar yavaaş yavaş boğularak ölsünner. ben aktüel kamerayım, balık yiyen bir insan olarak ne desem boş. üstelik yediğim balığı kendim avlamaya bile yeltenmeyen modernlerden)çişim geldi ve tuvalete yöneldim. efenim teknolojik tuvalet nedir? ışığı, sifonu, koku pıs pısı, musluğu, kağıt havlusu sensörlü olan tuvalettir örneğin. yani bize sadece işemek, sıçmak kalıyor. gerisini akıllı tuvalet yapıyor. keşke oturmamız bile gerekmese. fakat dediğim gibi herşey standard.
peki ben?
ben standard mıyım?
hadi su neyse ama ilk ayakta tuvalete girdiğimde taa tavanın tepesindeki ışık sensörünün beni farketmemesiyle başladı herşey. o karanlıkta ne şarlatanlıklar yaptım sensör beni farketsin diye ama nafile. ışık hiç yanmadı ve herşey karanlıktaydı. karanlıkta kalınca, sanki bir kokpitteymişimcesine oramda buramda yanıp sönen sensör kırmızısı ışıkları görebiliyordum sadece. peki klozetin yerini buldum güzel. fakat sifon da sensörlü olduğu zaman iş gene çetrefilli. efendim sensörlü sifon şöyle çalışıyor: siz klozete oturduğunuzda, önünde biri olduğunu anlayan akıllı sifon arkadaş susup bekliyor işinizi halletmenizi. kalktığınızı farkettiği anda da basıyor yaygarayı, çekiyor sifonu. ama benim gibi standardın altında bir insan klozete oturduğunda, hele de işi biraz olsun uzunsa ve oturup beklerken istem dışı azıcık kamburlaşıp çöktüyse sensörlü sifon hemen bundan istifade önünde insan kalmadığını zannedip çekiyor sifonu! başıma geldi elbette. sifonu duyunca dikleştim, sifon da durdu. az sonra gene kaykıldığımda gene çekti sifonu teknoloji! bu böyle bir köşe kapmaca gibi devam ederken kendimi istenmeyen biri gibi hissettim, sanki arkamdan biri beni ordan kovmaya çalışıyormuş gibi. (standardın altındaki insanlar hassas olurlar)
işimi yarım bırakıp hınçla kalktım. o sinirle karanlıkta lavaboya girişdim ve su aklamaya başladı. önüme gelen tüm kırmızı ışıklara el kol ettim binlerce kağıt havlu aktı yere. birini koparmaya çalışırken hepsi koptu, yarısı üzerimdee yarısı yerdee çamuuur! yerdeki kağıtlara basıp kayarak zar zor kapı kilidini bulup hışımla çıktım. açık kapıdan gelen ışıkla arkamı dönüp baktım düşman tuvalete...içerisi kötü durumdaydı. fakat ben standardın altındayım diye bu benim suçum değildi.
mekanik olan, elektronik olana göre daha organiktir kanımca. neticede, mekanik olan işlemediği vakit gene sizin el becerinize, kas gücünüze mecburdur. ama elektronik olana uzmanından ve uzman cihazlarından başka biçimlerde müdahele edemezsiniz.

bu teknolojik standardizasyon nereye gidiyor?

teknoloji mi bize göre biçimleniyor yoksa biz mi teknolojiye göre?

bu durumda artık standard çocuklar doğurmanın teknolojik bir çaresi mi bulunacak?

robotlaşmayı tercih etmez miydik?

ada. buz. iitii. ev. telefon.

burda ev bayağı ilgilendiriyor kendisiyle. ısıtıcım yok henüz. ısıtıcı olmayınca güneşi kollamak gerekiyor. erken saatte gelen güneşi, pencere kapı açmadan ama panjur açarak buyur etmek lazım. saat ilerledikçe dikleşen ışınları kapı pencere açarak içeri almak gerek. böylece evi nispeten daha çok ısıtmak mümkün. rüzgarları öğrenmek gibi biraz. ya da gökyüzüne bakıp havanın gidişatının ne olacağını tahmin etmek gibi. kat kat biçim biçim gecekondu model giyinmek en güzeli. yani tek parça kocaman şeyler yerine, daha doğaçlama bir biçimde üşüyen yerlerini kapatacağın küçük parçalar birleştirerek giyinmek. ve örneğin saçlarımı saat onbirden sonra toplayabiliyorum bu mevsimde, onun dışında gece ve sabah açık oluyor ki ısıtsın.
hiçbirşey umrunda değil buranın. şehirde olandan bitenden haberleri yok ve umursamıyorlar. işte martıydı, çıtçıt kuşuydu, taktak böceğiydi, badem ağacıydı, çam ağacıydı, köpekti, rüzgardı falan. "bize ne be sizin siktirik şehrinizden. burası göründüğünden de büyüktür aslında."
(gökçe bu romantikliğini az evvel seyrettiğin muhteşem türkler çizgifilmine borçlu değilizdir umarım)
herneyse rüya günlüğü açıyorum burda ben:

rüya günlüğü:

1- dün gece donarak uyumaya çalışırken sabaha doğru gördüğüm bir rüyayı hatırlıyor gibiyim. arka bahçeleri olan evler var. bahçeler bakımsız, yamaçlı falan ve birbirlerinden eskimiş duvarlarla, yıkılmış tellerle ya da çürümüş demir parmaklıklarla ayrılıyorlar. ben çok yorgunum ama her ne hikmetse, bu bedbah bahçelerden geçerek sırtımda bir sürü müzik aleti götürmeliyim bir yerden bir yere. bana bu kocaman aletleri yükleyenleri tanımıyorum aslında. bacaklarım kasılmıııış, boynum, kollarım tutuuuk (dansa başladığım için olsa gerek) ve sırtıma neredeyse piyano büyüklüğünde, piyanoya da benzeten ama şu ucu keçe sopalarla çalınan bir alet koyuyorlar sırtıma. kolumun altında da ayrıyetten başka vurmalı bir cihaz var. bi tarafımda da sopalar duruyor. bahçelerin yamaçlarından kaya düşe, duvarlardan atlaya sıyrıla gidiyorum ama öyle ağrıyor ki her yanım ve öyle yoruluyorum ki ağlıyacağım nerdeyse. fakat nedense kendimden çok büyük bir aleti taşıyabiliyor olmanın verdiği bir gurur da var. birkaç posta taşıyorum bu aletleri. bu kocaman olanını tam vardırıyorum varması gereken yere, sopalardan biri teee bahçenin aşağısına düşüyor. düştüğü yere ağlamaklı bir şekilde bakıyorum. kendimi askerde gibi hissediyorum. her tarafım kasılmış...

renkler güzeldi. kırmızıydı piyanomsu dev alet ve sopaları da kırmızıydı. kolumun altındaki açık kahverengiydi. üzerimde ne vardı? garip bişey ya bi kumaş ya gecelik falan..bahçeler hep arka taraflarda olduğu için güneş almıyordu, pis koyu yeşil ve koyu renk ıslak toprak..karanlıkçana..başka mekanlardan da geçiyordum sanki yer altında filan..ama anımsayamadım şimdi..

bu rüyayı, soğuktan kasılan vücudum yazmış. taşıdığım ağır ama güzel aleti hemen ada ve adada ve olarak yorumlayabiliriz. eğer bu kadar kolaysa sorun yok. eğer bu kadar kolay değilse sorun yok.


2- geçen gece gördüğüm rüya da ilginçti. bundan dört gün önce gene adada. istanbulda gördüklerimi hatıramıyorum burda hatırlıyorum her seferinde. ne kadar da ilginç değil değil mi..
o gece gerçekten yatıyor olduğum yataktayım ve kapının çıngırdamasına uyanıp panjur aralığından bahçeye bakıyorum. sokak kapısından bahçeye doluşan yaşlılar görüyorum aralarında anneannem de var. bu yaşlılar bahçeye renk renk küçük çadırlar kuruyorlar ve bir söyleşiye başlıyorlar. giyiniyorum onları izliyorum. sonra annem geliyor annem gene genç. hani sanki benim yaşlarımda. gene üstünde kot ve oduncu gömleği. şen şakrak, odaya giriyor çıkıyor birşeyler anlatıyor. bir sonraki rüyada annem ben ve birkaç kişi daha, üserinde tek bir ampulün aydınlattığı, muşamba örtülü bir yemek masasında akşam yemeğine oturmuşuz. hani aynen, şu adile naşit ve münir özkulun anne ve baba olduğu, bilimum yeşilçam oyuncusunun da bunların çocukları olduğu o filmdeki ahşap evin fakir sofrası gibi. ışığa iki tane kelebek geliyor. biri küçük ve çingene pembesi renkli, üzerinde beyaz küçük lekeler ve pırıl pırıl. çok güzel. annem bu kelebeklerin güve olduğunu iddia ediyor. bu açıklamadan, hayvanların burada bulunmasının pek de iyi birşey olmadığını çıkaran (masadaki tanımadığım) kız bir el şaklağıyla güzelim kelebeği öldürüyor. ben ayağa kalkıp kısık bir nida ediyorum, içim acıyor. diğer kelebek kocaman ve sedef rengi fakat ilginç bir biçimde fil gibi kocaman bir burnu var boynuz malzemesinden yapılma. boynuz burunlu koca kelebek. annem "dur onu öldürmeyin bir şeye kapatalım koyalım onu" diyor. peki deyip masaya konan kelebeğin üstüne elimi yavaşça kafes yaparak kaçmasını engellemeye çalışıyorum fakat kelebek önce parmakşarımın arasında kaçıyor birkaç kez. sonra annem bardak getiriyor. bardağın içine alıp gene üstünü elimle kapatıyorum fakat gene kaçıyor. bu sefer iki elimle ona zarar vermeden yakalamaya çalışıyorum ama ellerimin içinde çırpınan koca kelebek hem çırpınarak kanatlarına zarar veriyor, toz toz dökülüyor kanatları hem de boynuzu ellerimi acıtmaya başlıyor. sonunda sinirlenip bıraıyorum hayvanı ve anneme kızıyorum: "eee ellerim acıdı! hem ne diye kapatmak istiyorsun ki hayvanı! güveymiş müveymiş! bırak gitsin aa!"

ben burda da gene boynuzlu kelebeği gökçe ve yalnız yaşamak isteyen gökçe ve (ortam itibariyle) adada yaşamak isteyen gökçe diye yorumlamıştım...annemin iması doğrultusunda güzel küçük kelebeği düşünmeden öldüren tanımadığım kız da mine abla olmalı..ne dersin?