Monday 8 June 2009

VUR/ YAĞMALA/ YENİDEN




Dot'un Vur/Yağmala/Yeniden'inin ilk toplu gösterimine gittim 6 Haziran cumartesi günü. Dozları tek tek almak değil hepsini birden altın vuruşla almak lazım geldiği kanısında olduğum için toplu gösterim. Sabah 11'den akşam 21'e kadar sürdü. Ayrıca hemen ilk gösterime gitmek istedim, onlara hiç şans vermek istemedim çünkü yaptıkları şey gerçekten zor. Bu sert ve meraklı ilgiyi hak ettiklerini düşünüyorum.

Öncelikle teslim etmeliyim ki oyunun yazarı Mark Ravenhill bir dahi. Birinci kısa oyundan onaltıncıya doğru yükselen, patlayan ve patlatan gerilimin voltajı, kurgusu, dramatikliği, ritmi olağan üstü. Çok temiz bir matematiği var; oyunlar boyunca beyin yıkar/sikercesine üstüne basa basa tekrar edilen çok isabetli seçilmiş "hatırlatmalar" mevcut: kahvaltı-huzur-demokrasi-özgürlük-iyi-kötü-bomba-bahçe malzemeleri mağzası-kahve...İlk üç oyunda oyuncular da seyirciler de aynı taraftalar: "Herkes iyiii! Hepimiz iyiyizzz!" Ancak dördüncü oyun "Savaş ve Barış"taki başsız askerle ilk kez, karşı tarafla da çarpıştırılıyoruz. Benim bu dördüncü oyundan etkilenmemin, lirik-sembolik dilinin yanı sıra bir diğer sebebi de bu olmalı: oyunda ilk kez bir "karşı taraf"ın çizilmesi. Çağdaş savaş, çağdaş savaş nedenleri, modern ve uygar insanın modern ve uygar savaş nedenleri. Gücün kaynağına göre hangi tarafta olduğumuz, kazanan ya da kaybeden olmaktan çok kuralları kimin koyacağına ve eylemin meşru ya da nameşru olduğuna karar veriyor. Şiddet tek başına "günah"ken, şiddete karşı şiddet meşru ve haklı oluyor. Medeni şiddet, uygar işkence, vicdani anal seks, aşırı uyarım-sonsuz boşalma/sonsuz tatminsizlik. Şiddetin sınırsız şehveti ve onu seyretmenin verdiği bağımlılık yaratan vicdani orgazm. Bir yandan bunların hepsi bir bilgisayar oyunu gibi kurgulunmış senaryolar: vur/yağmala/yeniden (shoot/get treasure/repeat).

Tüm oyunlar boyunca belli-belirli kişilerin yanı sıra sürekli tekrar tekrar karşımıza çıkan şekli ve adı olmayan kişiler de var. "Bir grup insan" ya da "işte bir tanesi daha" diye tanımlayabileceğim. İşte onlar seyirciyle baştan sona her türlü temas halinde olanlar, bizi birebir itip kakanlar, yüzümüze karşı kusanlar tüm iğrenç temizlikleriyle.
Oyunda herşey şeffaf: sahne, sahne arkası, (varsa) çok net ve minimal aksesuvarlar, fuaye, izleyici ve oyuncu, kostümler. Herşeyin arkası görünür, hiçbirşey hiçbirşeyin arkasına gizlenemiyor, dolayısıyla kaçacak yer yok. Küçücük yerde hep gözgöze, burun burunasın, olmak zorundasın.

Oyunların sonuna doğru büyüyen beden yorgunluğuna, giderek şiddetlenen hikayeler ve acımasızlaşan dil eklenince nefis bir dayak yemiş gibi oluyor insan. Orda birşey seyredilmiyor, birşeye maruz kalınıyor. Gösterimler arasında ara vermek için çıktığında, tekrar gerisin geri aynı odaya girip başına neler geleceğini düşünüp korkarak geri giriyorsun ama giriyorsun.
Yok hayır
abarttım
ama belki de böyle olmalıydı hakikaten. Oyunu izlerken, oyunu izleyenleri de izledim; oyunun kendisiyle ve kendilerine hitap eden oyuncuyla kurdukları ilişki çok garipti: korkuyorlardı, bir yandan bunu belli etmemek için belki de kendilerine "tamam sakin ol. gerilmeye gerek yok bu daha ileri gitmeyecek...yani hiçbir oyuncu ölmeyecek ve kafamıza birşeyle vurmayacaklar...değil mi?" demek durumunda kalıyorlardı. Gene de birkaç gün sonra bilinç üstlerinde (kendilerini yüksek sesle ifade ettikleri ilk noktada) ne kaldığını merak ederim ve aslında oyunculurın da, rolleri içinde ve izleyiciyle kurdukları temasta ne tecrübe ettiklerini de merak ederim.
Yönetmenin, oyunu zerresine kadar anladığı, söküp yeniden yaptığı, dilini öğrendiği ve dahi defalarca içselleştirdiği, oyunun her köşesinden anlaşılıyor. Ordaki herkes, neden orda olduğunu ve ne yapıyor olduğunu biliyor görünüyor. Oyuncuların, ışığın ve sesin performansı, onaltı oyunun kurgusu kadar bütün ve incelikli. Dot'un çok zor ve önemli bir iş yaptığını düşünüyorum. Bu sadece in-yer-face'i buraya taşıyarak, yeni birşey yaparak değil ama gerçekten yaptıkları işe "buralarda" eşi az görünür bir ciddiyet, azim, aşk ve disiplin gösterdikleri için, bu kadar detaylı ve net bir iş çıkarttıkları, amaçları=söyledikleri olduğu için.
Bu oyun için çok sağlam bir dramaturji yapılmış olması gerektiğini düşünüyorum. Bütününü anlamak ve anlatabilmenin elzem noktası dramaturji olmalı çünkü her ne kadar onaltı parçadan oluşuyor olsa da inanılmaz bütün bir kurgusu var.

Birşeyi daha açıkça teslim etmeliyim kendi adıma ki ben şimdiye kadar hem bu kadar büyük bir kadro olup hem de bu kadar dengeli, profesyönel bir performans ve oluşum görmemiş, izememiştim sanırım -gene- "buralarda".
Ve sonra...İpek Bilgin'i ilk kez izledim 6 Haziran'da ve dudağım uçukladı. Ayakta alkışlamadan edemedim. "Ana"dan çıktığımda titreyen parmaklarımın arasındaki sigaranın küçük "s"ler çizen dumanının arasından, kapının önünde oturduğu yerde onu izlemeden edemedim. Hayran olduğun insanın her küçük hücresini görmek arzusuyla. Böyle bir enerjiyle karşılaştığımı hatırlamıyorum evvelce. Sahneye adımını attığı andan en sonuna kadar kendi fiziksel varlığımı bana unutturacak denli yoğun bir varlık vardı orda ortada. Ben bir çift göz ve sık bir nefes sesi olarak izledim sahneyi. Ve tanıştığıma çok memnun oldum..

Nihayet, aç karnına içilmiş bol asitli bir portakal suyu ve güzel bir mide sancısı bu oyun. Benim şahsen yemek istediğim, atıldığını da izlemekten zevk aldığım bir dayak. Bile bile iletişimsizliğin damarlara zorla zerk edildiği bir oyun. Her kavramın, içi dışına devşirilip boşaltılıp renkli kutular olarak satıldığı gerçeğine oynayan. Gerçekte, satılır bir cinsel fanteziye evrilmiş olan şiddetin, oyundaki gerçek hali...

- "Peki ne hissettin? Özgürlük, demokrasi, tarih?"
- "Hiçbişey.."