Saturday 23 October 2010

bubuder der ki

tuhaf.
tuhaf, her yer hikaye dolu. sürekli hikayelere çarpar oldum. iyi geliyor. fıkraların içinde anlatıcı olarak geziyormuşum gibi oluyor bazen. bu belki de akıl almaz ve ürkütücü ve tanımsız ve gönle sığmaz tuhaf istanbul trafiğini şaşkınlıkla yararak yürüdüğüm içindir. yok kullanılır gibi değil tekerlekli araçlar. olur gibi değil. olacak şey değil. rüya gib bile değil. duruyor her yer ve tuhaf olan şey de bunun olağan olması. bu nası bişey ki? yani hiç bişey olağan dışı değil sanki. ne olursa olsun doğal karşılanıyor hatta doğal karşılanmaya tenezzül edilmiyor sanki daha da doğrusu karşılanmıyor bile belki. ööle olup gidiyor. yanında geçiyor bir sel ya da seni de alıp savuruyor fiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii.
hiçbişi kıpraşmıyor. işte ben es kaza otobüse falan binersem, hemen iniyorum.
yürüyorum n'apim!
ben yürüyorum. yürünür yollar oluyor yollarım
e ya ataşehirde yaşamaya çalışıyor olsaydım allah muhafaza?
bu bi soru diil. neyse.
hangi eve gitmek istersem isteyeyim, beşiktaştan yokuş çıkmak gerekiyor.
ve ben bunu çok seviyorum.
eskiden "ben de" nefret ederdim yokuşlardan
ama şimdi seviyorum
ve bunun psikolojik analizini yapmayacağım.
:)
evet bırakıyorum yavaş yavaş analizi.
sigarayı bırakmak gibi senin anlicaan dilden söylemek gerekirse ki gerekir.
şimdi bir de şey. kıçımdaki kedi dövmesini ne idüğü belirsiz, deforme olmuş bir lekeye, bir fırça darbesine, dökülmüş bi boyaya, sökülmüş bi duvara çevirmeye karar verdim.
bi anda.
diğer dövmelerimle olduğu gibi bi anda gene.
yıllardır kıçımdan beslenen bu çirkin ve ıssız kediyi bi anda paspasın altına gömmeye karar verdim.
dövmeyi yapacak olan emraha bu kediden kurtulmak istediğimi söyledikten sonra mail adresimi verdiğimde çok güldü haklı olarak.


ve istanbulu yürümek ilginç oluyor. almanyadaki gibi her yerden her yere yürüyorum, üşüsem de terlesem de yürüyorum. trafikte koyun sürüsü gibi duran arabaların aralarından falan yürüyorum. salak bi rüyanın içindeymişim gibi. ya da daha ziyade iki rüya arasındaki bekleme anında ekrana konmuş bir trafik fotoğrafının içinde yürüyormuşum gibi.



neyse flamenko çok...ne bileyim mutlu eden birşey. bu çok...yersiz bir zarf oldu. "mutlu eden". belki de mutlu eden sadece hareket etmektir ya da hocalarımın neşesidir ama benartık analiz yapmayacağım için bu kısımla ilgilenmiyorum. butoh hocamız İda demişti ki bi keresinde "sürekli bir derin, derinlik lafıdır gidiyor halbuki yüzey ve yüzeydeki de çok önemlidir...yüzeydekini farketmek". e öyle. işte öyle.


ve işte habire tekerlekli araçların içinden görmeye alıştığın kadrajların içine kendi bedeninle girince yüzeyde güzel bir his oluşuyor. yani bende öyle oluyor. ve kaçtır, bu his geldiğinde yanımda makinam olmadığı için kendime bıtbıt yapıyorum. da makina evde şimdi. kocaman ya bi de... gerçi küçük makinayı kullanırken de unuturdum ben yanıma almayı.


ya..


işte böle.