Saturday 29 March 2008

kırmızı bısiklet*

Bugün bit pazarına gittik ve başarıyla bisikletlerimizi aldık. Pazarcıların çoğunluğu Türk, sonra Arap, sonra Rus, geri kalan da birkaç Alman. Bizim aldığımız amca da Kayserili çıktı, Adem Amca, Adem Doğan. Yanında da herşeye burnunu sokan, saçları siyah boyalı bir dayıoğlu vardı. Amca bizi pek bir sevdi, İstanbul'da okuyan üç çocuğu olduğunu (hatta biri avukatmış Abdullah Yılmaz) geleceğin bizim ellerimizde olduğunu söyleyerek 'hadi artık kalkındırın şu güzel memleketimizi yau!' dedi. Amca bizim seleleri alçaltıp lambaları takarken bir alman zabıtası gelip birşeyler dedi, onun ardından bizim amcayla dayıoğlu vızıldıya vızıldıya savurdular küfürleri yarım ağızla:
'Ne istiyo gene domuuuz?'
'Yau bırak allaanı seversen yau! şerefsiz yau!'
'Bak işte kalkındırın diyorum ki bu domuzlar bize artık böyle davranamasın!'

Biz ödedik 30 avrolarımızı aldık bisikletlerimizi, ardımızdan bizi 'işte böyle sağlam durmalııı' diye kol sallayarak uğurlayan Adem Amca'nın coşkusuyla çıktık pazardan. Önce yan taraftaki otoparkta iki tur attık kontrol için. Tamam sorun yok, Güliz'in sele biraz yüksek, olsun hallederiz.
Karşımıza çıkan ilk yokuşun ortasında dilimiz sarkarak bisikletkerden indik pek utanç vericiydi. Yolda bir ara benim zincir çıktı gene yerine taktım. Bunlar dışında gayet sağlamlar. Ara sokaklardan dolanarak şehir merkezine çıktık.Bisikletlere kilit aldık ve ben de boyamak için sprey boya aldım.
Alış verişi de hallettikten sonra Rathhaus meydanında sevincimizi kutlamak için bir şarap açtık. Demlenirken demlenirken önce karşımızdan geçen 'garip' bir kadına gülümsedikten sonra Güliz'e 'bak işte bu kentte sadece deliler ve yaşlı amcalarla selâmlaşabiliyorum' dememe kalmadı, kadıncağız yanımıza gelip Güliz'den ona bir sigara sarmasını istedi. Kırk yaşında var yok. Hareketleri biraz garip, aksak. Önce nereli olduğumuzu ve burda ne yaptığımızı sordu. Almanca bir yerde durunca ingilizce devam etmesi gerektiğini anladı ve bizi kocasıyla yaşadığı evine davet etti söyleşmek için. Sonra kendi hikayesini anlatmaya başladı: Yirmi yıl evvel -herhalde bir kaza sonucu- onbir ay komada kalmış bu kadıncağız. Doktorlar yüzde yüz hasarlı kalacağını, yürüyemeyeceğini, konuşamayacağını, konsantre olamayacağını, sesinin bozuk kalacağını söylemişler. 'Ama bu yirmi yıl önceydi' diyor, 'ben tamamen düzelebileceğimi düşünüyorum'. Gayet düzelmiş de belli ki. Geçen sene de Augsburg'a yakın başka bir kentteki çok kötü bir akıl hastanesinde depresyon nedeniyle beş ay boyunca yattığını anlattı. Kocasının da alkolü yeni bıraktığından, o depresyonda kocası da alkolikken çok zor günler geçirdiğinden, habire kavga ettiklerinden bahsetti. Sonra telefonlarımızı istedi. Ben bir kâğıda Güliz'in telefonunun son basamağını bir fazla yazarak verdim. O da bize kendi telefon numarasını yazdı. İsmi Claire 'yani ışık demek' diye açıkladı. Ona yazdığım kâğıda bakıp şaşırdı ve hastanede onunla aynı odada kalan kadından gördüğü kadarıyla Türkiye'de arap alfabesi kullanıldığını zannettiğini söyledi. Ben de ona kısaca Osmanlı ve harf devriminden bahsettim. Sonra bizi arıyacağını söyleyerek gitti...
Bir süre sonra biz de kalktık, bir kahve içtik ve eve doğru yol aldık.
Sıra bisikletleri temizlemeye geldi:







1- Bu fotoğrafın adı 'teytey'. Bisikletlerimizi temizlerkene...

2- Bunun adı 'dayı'. En ilkel 'daha ne olsun canım! maskeleme teknikleri' ile maskelenen bisikletim kiremit rengine boyanmış, bandajlı, kurumayı beklerken, müfettiş Güliz Dayı'yla birlikte

3- Bunun adı da...yok bunun adı, domatis. Bu arkadaşımız konu dışı, Augsburg portrelerinden...


*bısiklet= anneannem 'bisiklet'i bısiklet diye telaffuz ederdi. (aynen havlı, dıvar, yımırta gibi...)

la bici








(1.fotoğrafta 'la bici' çıplak , 2. ve 3.de selesi kılıflı)





Bugün Augsburg Plärrer Bit Pazarına ikinci el bisiklet almaya gittik. Fakat elimiz boş döndük çünkü asıl haftasonu sabahları bisiklet satıyorlarmış bit pazarında, hâliyle yarın sabah tekrar gideceğiz. İkinci el dediğim vakit ikinci elden külüstüre kadar giden geniş bir yelpazeden söz ediyorum. Bugün bisikletimiz olacak diye öyle hevesliydik ki bu hayal kırıklığı pek bir dokundu. Biz de şehrin, bilmediğimiz sokaklarına gire gire amaçsızca gezindik.
Ben her gittiğim yerde, yakınlarda bir yerde deniz olduğuna inanmadan rahat edemiyorum. Örneğin buraya geldiğimde, esen ilk yelde deniz kokusu duyup (bilemiyoruz gerçek mi değil mi) odamın deniz yönüne baktığına karar vermiştim.(bkz.2 şubat girişli yazım)
Şehirde gezeken de sapacağım sokağı 'denize giden sokak mı merkeze dönen sokak mı?' sorusuna göre belirliyorum. Denize giden sokaklara sapıyorum. İlginçtir ki ikidir, aynı teknikle kaybolmama rağmen nasıl oluyorsa en sonunda bilmeden hep korkunç beton apartımanımızın önüne çıkyorum! Bugün de aynı şey oldu.

Eve gelince içime oturmuş olan bisiklet özlemiyle ben de kendime bisiklet yapmaya koyuldum, şimdi bitti (beş saat kadar uğraştım sanırım, adı da la bici). La bici'yi yaparken aklıma, bilgisayarın bize bahşettiği en büyük nimetlerden/lanetlerden biri olan UNDO komutu geldi. Benim epey alışmış olduğum bir nimetti kendisi ve sanki hatta UNDO yapamama çaresizliğinden korkuyordum. Fakat birkaç gündür tam da UNDOnun işlemediği şeylerle uğraşıyorum. UNDO takıntısından nerdeyse elimin de yaşadığını unutmuşum... Şimdi ellerim acıyor ve yer yer su topladı çünkü beş saat boyunca hiçbir hareketim hiçbir hatam, yok sayılmadı ya da geri çekilmedi; her ne yaptıysam -aynı hareketi defalarca üst üste yapmış olsam dahi- birbirinden her zaman farklıydı ve bir yerlere doğru gidiyordu. Duruyordu ama geri alınmıyordu.

Bunu hissetmeye geri dönmüş olmak bena tekrar iyi geldi...


(çocukluğa dönmenin yararları)