Tuesday 16 November 2010

parentıl edvayzıri


şş

video itiraf



"(şarkı)

işte böyle bazen bildiğim ya da bilmediğim sebeple öyle kötü hissettiğim zaman bunun bir film karesi olmasını istiyorum. yani oyunculukla bağlantım patetik bir yerden tutuyor. gerçek bir sebep mi? gerçek bir sebep. bilmem. bilmiyorum yanlış bir bağlantı mı?
o yüzden bir film yazmak ve o filmi çekmek istemekle, bir filmin içinde yer almak arasında farklı bir tedavi arayışı var. farklı problemler olabilir ama kökeni aynıysa biri semptomatik tedavi, belki öteki...bilmiyorum.

(şarkı)

yani tiyatro yapmak ya da film yapmak tahmin edildiği gibi sofistike bir şekilde insanın üretme ihtiyacına bağlanan birşey değil, çok daha ilkel birşey. karnın ağrıdığı içim tuvalete gitmek gibi birşey. o karanlığı kabul etmek lazım. ayrıca sürekli tedavi olamazsın. yani her gün bir oyundan bir oyuna, bir çekimdem bir çekime, bir senaryodan öbür senaryoya koşamayacağıma göre ki koşsam da...gene yol aynı yok sanki yok değişmeyecek gibi."





but remember some girls are bigger then others and..

Dienstag, 16 November

tuhaf oldu. güzel oldu.
dün şahika'nın ilk dersine girdik. o da uzun zamandır ilk dersine girdi.
bu sene farklı birşey yapmaya, kendini öğrencileriyle tazeleyeceği bir atölye sistemi oluşturmaya karar vermiş.
doğrusu çok şanslıyız bu konuda. kemikleşmeye yüz tutmuş mesafeli ve samimiyetsiz bir eğitim tehlikesine karşı taze atölye deneyimi. üstelik grup da iyi. bu güzel bir başlangıç.
dün şahika, karşı gerçekçi kavramından ve "biçim yaratmak" - ki burda biçim yerine pekala tasarım da diyebiliriz - biçim yaratmanın koşullarından, değerlendirme kriterlerindeki hiyerarşiden bahsetti biraz. özellikle sonuncu meseleden bahsedilmek için geç kalındığını düşünüyorum. bu ülkenin üstünkörü eğitimi ve buna sürtünmeden büyüyen kompleksli kimlik problemli hepergen egoları, ne soru sormayı, ne cevap merak etmeyi, ne eleştirmeyi ne eleştirilmeyi bilemiyorlar. neresinden tutacaklarını bilmiyorlar. soru sormayı gösteriş, cevap almayı da kavga tılsımı olarak kullanıyorlar çoğu zaman. hiyerarşi. neyi neden neye göre eleştiriyor olmak. bir amaç, eleştirini dayandırdığın bir geri plan bilgisi vs.
herneyse. zamanla gelecek bunlar. bu noktada bize bunlardan 2000 senesinde bahseden lise tiyatro hocamız özcan alpar'a, o farkında olmadan bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. gerçekten de, şimdiye kadar bulaştığım tüm tiyatro dersleri, kursları, atölyeleri arasında bende temel kurmuş olduğunu hissedebildiğim, bende köklü değişiklikler ve farkındalıklar yaratan ilk hoca o.
nerde şimdi kim biler.
neyse.

dün şahika tüm bunlardan bahsederken, ibsen'in nora'sından epey bir örnek verdi. hatta burda bir tiyatro festivalinde oynayan alman grubun yorumundan da bahsetti ki ben de o fena performansı izlemiştim bilmiyorum hangi seneydi...dersten sonra teşvikiyedeki eve gelip kedilere yemek verdim ve sonra da tiyatrodan birkaç dostla oturduk çay içmeye filan ama...bende bir asabiyet bir dayanamazlık. baktım sorun çıkaracağa benziyorum, aceleyle önümdekileri lüpletip "ben gidiyorum" dedim, anladılar muhtemelen, arkamdan da konu oldum muhtemelen, saldılar gittim. teşvikiyeye gelip durdum orda. kitap karıştırdım. kitap okumam gerekiyordu nedense. Gog adlı kitabı karıştırdım biraz (Giovanni Papini), sarmadı fakat küçük mektup ya da deneme biçiminde, uydurma çok zengin ve çok deli bir karakter tarafından yazılmış bölümlerin ilginç yanı yer, ay, gün bilgisi olmasına rağmen yıl bilgisinin olmamasıydı. bu karakter, yazarın başka biri için gittiği bir tımarhanede tesadüfen tanışıp sardırdığı cahil ama meraklı, çok çok zengin bir deli. kitabın bölümleri, bu adamın dünyayı dolaşıp dünyaca ünlü neredeyse herkesle tanıştığı ve söyleştiği zamanları yazdığı günlüğünün bölümleri ve dediğim gibi sene bilgisi yok, yalnızca ay bilgisi var.
Gog'u üstünkörü bir karıştırıp bıraktım elimden. bikaç başka kitap karıştırıp, sonunda sartr'ın sözcükler'ine başlayıp biraz, yatıp uyudum. bu sabah kalktım, kedilere yemek verdim ve kitap karıştırmaya geri döndüm. elime "Ay Gözetleme Komitesi" adından bir hikaye kitabı geçti (Mahir Öztaş). Kısa öykülerden oluşan kitabın içindekiler kısmına baktım ve ilk ilgimi çeken öyküyü okumaya başladım: la machine infernale.
işte tuhaf ve güzel nokta burda giriyor devreye. yazar, arkadaşının tesadüfen bulduğu bir mektuplar dosyasını incelemesiyle başlayan bir hikayeden bahsediyor. mektupların tarihleri aynen Gog'da olduğu gibi sadece ay bilgisiyle imzalanmış, sene bilgisi namevcut. ve buna ek olarak, mektubun yazıldığı kimse ise bir zamanlar ibsen'in nora'sında oynamış bir oyuncu.
güzel harmanlanmış ve ağlarını örmüş bir kaderle karşı karşıyayız.
dadundan yenmez çerez.
dolayısıyla bu öykü kitabını devam ediyorum okumaya.

bu yazdığım şeyin dili de tuhaf değil mi?
asabiyetim şimdilik duruldu gibi.
yerini yalnızlığa bıraktı.
yalnız kalmanın korkusu ve çaresizlik debelenmesi yerini, yalnızlığın içine girmeye ve orda güvende hissetmeye bıraktı. mevsim değiştirir gibi birşey elbette. daha soğuk ya da daha sıcak olabilir içersi girince.
sadece..işte..program değiştirirken bir sallanma oluyor hepsi bu.
ekin'i gördüm rüyamda. çünkü dün şahika'nın dersini dinlerken (bir ara armağana eğilip "işte tüm bunları ilk merak eden aristo ama" dediğimde kendi çukurumu kazmış oldum o akşam içinnn) ve sonrasında asabiyken ekin vardı kafamda ama farkında değildim. rüyayı pek hatırlamıyorum. dur dur şey vardı...sanki bi kayalığın üstü ve altı vardı. ben üstünden bakıyordum aşağıya, aşağısı inilebilir bir mesafeydi ve taşlık bir sahildi. ekin ordaydı sanki sırt çantasıyla, bir sürü insan ve şey bana "ekin geliyor ekin geliyor!" diye haber veriyordu ve ben de ekin'in gelişini izliyordum çocuk ya da hayvan gibi. ekin beni görüyor muyduu, görmüyor muyduuu ya da beni ben olarak görüyor muyduu falan bilmiyorum.
neyse ama işte...hepsini ilk merak eden aristo.

bugün kurban kesiyorlar.