Sunday 24 May 2009

lamento

Kaybolmuşluk.

Yazıya böyle başlasaydım ne fena kokardı yahu. Klişe başlangıçların, klişe kavramların böyle kavanozda kapalı kalmış küflü nemli bez kokuları yok mu? Var bence. Ayakkabıda terlemiş çorap kokusu muuu, aylarca yıkanmadan masa silen nemli bez kokusu muuu. Berbat. Herneyse..

Odam dağnık epeydir. Bu ne demek? Bu kayıp olduğum anlamına geliyor. Bu yüzden günlük yaşıyorum, bu yüzden iradem zayıfladı, bu yüzden yazı yazmıyorum. Bu yüzden arkama dönüp bakıyorum ve o zaman önümden ani bir rüzgar esip beni daha da arkaya doğru itiyor. Saçlarım tepetaklak uçuşup gözlerimi örtüyor. Önüme dönemiyorum. Arkaya bir kere bakınca, arkaya bakmaya devam ediyorum. Arkada leke leke görünen şeyleri, gözümü kısıp netlemeye uğraşıyorum saç yığınının arkasından böylece uğraşım arkamda kalıyor. Ellerim, ayaklarım bağlıymış gibi kaskatı duruyorum. Rüzgardan üşüyorum ama vücudumun tek yapabildiği ürpermek oluyor. Üşüyünce ne yapasın? Isınmaya çalışırsın: hareket edersin, üzerini örtersin, kaçarsın, oradan daha sıcak bir yere gidersin!
Ben hiçbirşey yapmıyorum.
Üşüyorum, duruyorum.
İstiyorum, duruyorum.
İstemiyorum, duruyorum.
Duruyorum, duruyorum.
Hareket ederken duruyormuş gibi gelmesi durumu hatta.
Lodos fırtınasında yediği dalgalarla, kıpırdayamadığı için incele sivrile törpülene ufak ufak parçalanan kıyı kayası..


Rüzgarlı havada kumlukta yürümek zorunda kalmışsın da ince kum tanecikleri bacaklarına detay detay batıyor gibi..

Liste yapmaktan kurtar beni uçan su kaplumbağası. Gel senle, adasını sikmekte olan Robinson'u basmaya gidelim. Adanın altına dalıp bakalım dölü nereye kadar varıyor. Çok hızlı gidersek ve ağır çekim izlersek görürüz hepsini. O adanın kokusunu özledim ben hiç duymamama rağmen. Robinson'un derisinden sıyrılmasını da özledim. Robinson'un derisinin yüzülmesi erotik geliyor bana. İşte bu yüzdendir ki o adanın her köşesinin kokusunu biliyorum yahut bilmesem bile hatırlıyorum. Bilmediğin şeyleri hatırlayabilirsin. Pozitif bilimin pozitifliği, iyi niyetinden geliyordur zannederim! Tamam işin varsa bırak beni oraya sen, ben dönüş yolunun çaresine bakarım. Zaten dönmeyi düşünmüyorum. Bir keresinde rüyamda -bu aralar rüyalarım da grevde, benden yüksekler, orda değiller- her tarafı kağıttan yapılmış bir dekorun içindeydim. Sonsuz bir okyanus, ince buruşuk hışır bir kağıttan. Üzerinde küçük kara parçaları, turuncu topraklı sarp kayalıklar ve o kara parçalarının arasından geçen tekne. Ben teknenin üzerindeydim. Herşey kağıttan. Tekne beyaz kartondan hatta 2mm'lik fotobloktan. Okyanus okyanus gibi görünüyordu ama hiç ses çıkarmıyordu. Güneş batmak üzereydi. Güneş hem görünüyordu hem görünmüyordu. Gök yüzü turuncudan eflatuna ve ordan beyaza çalıyordu. Ürkütücü ve yutan sessizlik. Hem olağan üstü hem boğucu. Boğucu sessizlik. Nemli sıcaklık, bir yere kapalı kalmış gibi. Uçsuz okyanusun üstünde kapalı kalmak!
Çok net hatırladım bu rüyayı. Oysa ki bu rüya 2005 ya da 2006 senesinin mamülü.

Okyanusta sıkışmak. Kağıttan okyanus.

Kağıt sıkışması.

Sıkışma da kağıttandı belki.


Sıkışma..
Çarpışma?

Hayır.
Ben hatrlıyorum, üzerinde durduğum tekneyi iki koca kaya arasından, kayaları ellerimle ite ite geçiriyordum. Çarpışma yok! Olsa da ses çıkar mı ki? Ses çıkmazsa hiçbirşey anlamaz insan, çarpışmadan ses çıkmazsa..
O kağıt dünya sıkıştırmıştı beni ama dışında başka bir dünya var diye inanmamıştım zinhar! Boğulmaya alışmış mıydım nedir, boğazım sıkılıyken ölmediğimi farkettim, nefesin bir şekilde boğazımdan geçip içeri girebildiğini. Korkmaktan korkmamalı artık değil mi Gökçe?

"Gökçe" nerden çıktı şimdi?
Bozuyorsun dekorumu! Ayağın okyanusa girdi, ya hava girerse içeri şimdi? Bütün kağıtları uçurmaz mı?? Renkleri soldurmaz mı? İçeri hava girmez mi??
N'aptığını sandın ki sen?!

Çık burdan.


Hadi çık..