Thursday 22 May 2008

Gazi Yoğurt %10 fett

Bu dünyanın en lezzetli yoğurtlarından biri efendim. Süt süt. Kar kar. Yumuşak Yumuşak. Taze Taze. Serin serin. Üstelik Almanya'nın Türk dünyasına ithaf edilmiş beş hilâli de var! bir, iki, dört evet beş hilâl.


Duk'tan Gökçe

Bu da, burdaki arkadaşım Duk'tan benim skeçim:






Duk'un çizimlerini beğeniyorum ben. (Burdaki örnekten değerlendirmemeli tabi)
Sağlam bir eli ve gözü var. Özellikle de yüz ifadelerini gayet iyi beceriyor. işte blogları ve diğer çizimleri.


http://schlaefercharlieunddaskraut.wordpress.com/

Gökçe'den Duk

Gökçe'den Duk skeçi

illüstrasyon dersi skeçleri

Elimin epey gerilediğinin kanıtları olarak:






Rüya birikintisi

Evvel zaman içindeki rüyalarımı yazacağım öğretmenim:

(Dün geceki rüyamdaki imgelerin nerelerden olduğunu çok net hatırlıyorum, onları da yazacağım ve böylece göreceğiz bilincimin altına neler yerleşiyor sinsi sinsi)

Dün gece bir rüymada, Ekin'le Ankara(1)'dayız ve ben Anıtkabir(2)'i uzaktan görüp Ekin'e 'hadi Anıtkabir'e de gidelim, ben çok küçükken gelmiştim' diyorum. Anıtkabir dediğim yer daha ziyade Japon çatılı yapılar(3). Yukarı meyilli bir toprağa inşa edildiği içün kuş balışı kroki gibi görünüyor binanın nereye doğru gittiği. L biçimli bina, sonra avlu, sonra gene T biçimli bir bina, gene avlu diye gidiyor planı. Benim aklıma gelen parlak fikirle biz içeriye, çatıya tırmanıp ilerleyerek varmaya karar veriyoruz. Tırmanıyoruz yukarıya fakat ilerlemek öyle zor ki ve çatı(4) öyle yüksek ki. İncecik noktalara koymak zorundayız ayaklarımızı, ince sivri köşelere tutunuyoruz bir yandan ve aşağıyı gördükçe ben öyle korkuyorum ki(5). Rüzgar var, aşağısı çok aşağıda ve birçok insan var. Ekin bir süre sonra bana kızmaya başlıyor: "Bravo Gökçe! Harika bir fikirdi va ölücez burda!" Sonrasını hatırlamıyorum ama epey ürkütücüydü.



1. Dün saçımızı kestirmeye gittiğimiz türk kuafördeki üç kadından en tatlı ve iyi yürkli olanı Ankaralı idi

2. Dün youtube'da tesadüfen, Türkiye'de yasaklanmasının sebebini teşkil eden videolardan birine rastladım. Tipik işte, Atatürk kafasını maymun vücuduna koymuş, türkü söyleyen goriller vesaire

3. Roland Barthes'ın Göstergeler İmparatorluğu'nu okumaktayım

4. Youtube'da FedEx reklamlarını seyrederken yanlışlıkla birinin kendi kendine yapıp youtube'a koyduğu reklamı izledim. Harry Potter filmlerinden birinden alınmış bir sahne vardı. Harry Potter çatıda, yarı kuş yarı ejderha bir canavardan kaçmaya çalışıyordu ve yaratık da çatının koyu yeşil kiremitlerine tırnaklı pençelerini geçire geçire Herry Pıtır'a yaklaşıyordu. Hatta ilgimi çekti, kuş tırnağının kiramit üstünde gezerken çıkardığı sesi de itinayla koymuş olmaları.

5. Geçen gece Kenan'la vertigodan bahsettik





Dün gece gördüğüm bir diğer rüyada gece vakti bir ormandayım. Ormanın ortasında Paris'te gördüğüm çiçekçilerden var; birçok çiçek, bitki, toprak, ilaç vesaire satan. Ben dükkanın arkasındayım. Kendi kendime düşünüyorum: "e burası orman zaten, ayaklarımın altı tamamen toprak. neden insanlar dükkandan para ödeyip de alıyorlar ki toprağı? enayiler mi? burda var toprak zaten. ama belki de dükkan sahipleri, bu toprakta birşey yetişmeyeceğine emindirler". Dolandığım yerde dükkandan atılmış çuvallar, karton parçaları gibi çöpler var. Etraftan yaşlı berduştlar ve çingene kızlar geçiyorlar. Ben de berduştum sanki. Üzerimde pardesü var. Sonra, önümde duran kartona işesem ne olur diye düşünüyorum. Çok düşünmeyip, itinayla bir köşesine çiş bir köşesine kaka yapıyorum. Sonra arkamdan birileri geçiyor gidiyor, ben kalkarken pardösümün kenarına kaka bulaşınca, yerde bulduğum bir kağıt parçasıyla kakayı kazımaya uğraşıyorum. Tam o sırada uyandırıldım.
(ay. öldürüldüm diyormuşum gibi hissettim bir an)


Geçen geceki rüyalarımdan birinde gene Ekin'le, külüstür bir otobüste gidiyoruz. Beyaz bir otobüs, şu Into the Wild'deki magic otobüse benziyor, paslı paslı. Otobüsün içinde birçok kadın var. Varmakta olduğumuz kentle (İzmir diye geçiyor rüyada) ilgili konuşuyorlar kendi aralarında. Yağmurlu karanlık bir hava var. Deniz taşmış, çamurlu suyun içinden geçiyoruz. Kadınlardan biri, buranın eskiden böyle olmadığını anlatıyor. Şoför biraz garip bir adam, bir süre sonra bir lafa alınıp mahallenin birinde otobüsü sağa çekip inip gidiyor ve kayboluyor. Biz tüm otobüs, şapşal şapşal etrafımıza bakarak bavullarımızı toparlayıp kalacak yer aramaya başlıyoruz. Burası Teşvikiye'nin arkalarındaki mahallelere benziyor. Bitişik nizam eski beton apartımanlar var. O sırada iki apartıman arasındaki yukarı eğimli boş arsada alevler görüyorum: Bir adam, Eski Roma devrinde Colosseum'da yapılan atlı araba yarışlarında kullanılan o yuvarlak hatlı tek kişilik arabalardan birini çektiriyor bir ata. Araba yanıyor, ayrıca araba önde at arkada; yani sanki araba atı çekiyormuş gibi bir pozisyondalar. Adam arabanın üstünde değil atın yanından yürüyor. Atın toynaklarının altını görüyorum kanıyor ve cılk et. Hayvan daha fazla çekemeyecek belli. Kişneyip duruyor şaha kalkıyor. Adam bir tane daha patlatıyor elindeki sopayla, at son kez şaha kalkıp yere yıkılıyor ve ben ağlamaya başlıyorum. İçim çok kötü oluyor. Etrafımdakiler buna neden bu kadar ağladığıma bir anlam veremiyorlar, ben de onların anlam verememesine anlam veremiyorum ve ağlamaya devam ediyorum. Sonra evlerden birinden bir oğlan çıkıyor. Tekinsiz bir tip. Bizi evine alıyor. Fakat hissediyorum çocuğun gözü bende ve çok tedirgin oluyorum bundan. Habire Ekin'in koluna yapışıyorum, Ekin hiçbirşeyin farkında değil. Çocuğun ailesini, kafasını düşündükçe içim kapanıyor. Hani sanki beni zorla alıkoyup bir yere kapatacakmış da bir daha çıkamayacakmışım gibi hissediyorum. Sonrası yok rüyanın.

evet

Ne diyorduk. Evet...
Geçen gece gene dizimi vurdum beton bir köşeye. Bu sefer, Augsburg'daki üçüncü sefer, yirmibeş yılda kaçıncı sefer kim bilir. Hep aynı dizin aynı tarafı. Bu bir takıntı mı? İhtiyaç mı? Regresyon mu? Tansiyon mu? Promasyon mu? Şemşiye mi? Kalanizasyon mu? Benjamin mi?

Kaçtı tamam evet.



Fakat bu arada Mösyö Öberjinn yaşlandı!








1- çürük dizim

2- sol üst köşede demir kopuzlarım, sağ üst köşede dört kurbağ aşamasının en küçük kurbağası duvardan etrafı izliyor, sol aşağıda 'çocuk'un çantası, sağ alt tarafta bozuk holahopum, ortada 'çocuk' ve pedalında uyuyan ben

3- yaşlandı Mösyö Öberjinn, dalları bastı kiraz. Yaşlandıkça daha da asabi oldu kendisi.

bugün tatil perşembe/katil balina

İşte şimdi bu oda tatil köyü gibi koktu nedense.
Bisikletim ve ben oturuyoruz.
Ben mesela eskimiş çayı tuvalete döküp sifonu çekmemeyi seviyorum. Sonra herşeye rağmen Fazıl Say'ı da seviyorum. Aslında onda asıl sevdiğim kafasının içinde, kandisiyle birlikte yetiştirdiği fantastik dünya. Herkesin fantastik dünyası başka başka oluyor. Bazılarınınki derine inemeden diğerlerininkilere benziyor. Bazılarınınki öyle cesurca kararıyor ki girmeye ya da çıkmaya korkuyorsun. Bazılarınınki de soluk yeşiller, griler , gri maviler ve soluk kırmızılar kullanmasına rağmen çocuksuluğunu koruyor; işte Fazıl Say'ınki bana tam da böyle geliyor. Kara toprak albümünde zaten belirgin olarak hissediyorum ama Bach ve Mozart yorumlarında da görüyorum aynı dünyanın çekingen çekingen ışıdığını.
Hava gene dijital gri. Parçalı bulutlu olacağı yazıyordu ama bu bulut tek parça Augsburg'un üzerinde. Güneş olmayınca insan hemen nasıl da intihara meyyel oluveriyor. Bence bitkiden farkımız yok duygusal olarak, onların da güneş görmeyince kafaları karışıyor. Güneş olmadığı her zaman böyle değil tabii; başının üstünde uçuşan sıkkın görünmez sinekleri savuracak kuvvette bir rüzgar olduğu zaman gene intihara meyyel hissetmek gelmez içinden. Yoksa bu ışık çok güzel bir ışık. Güneş gibi arsız değil. Sakin, kararlı, hassas, sağlam, olgun, düşünceli ('düşünmekte olan' anlamında), derin. En komiği de ben burda bu kelimeleri savururken ve savurdukça daha da ağırlaşırken, o derin, olgun, vakur bulutların üç santim yukarsında pırıl pırıl güneşin altında beyaz bulutların birbirlerine sürüne sürüne gülüşüyor olmaları. Avrupa'nın laneti. İnce bir satıh gri bulut her zaman ayırıyor yerle güneşi. Bu komik birşey. Uçakla günlük güneşlik bir yolculuk yaptıktan sonra Münih hava alanına dokunmak üzere alçalmaya başlayınca herşey değişiyor: o güneş üst katta kalıyor, biz alt kata iniyoruz mecburen. Dur kendime bir çay koyayım.