Saturday 15 May 2010

bi etek aldım

şeytani komedya

dün akşam tiyatro festivali'ndeki ilk oyunumuzu izlemeye gittik. John Malkovich'in oynadığı şeytani komedya.
unterweger isimli avusturyalı serikatilin hikayesi. unterweger, 1970'li yıllarda cinayetten hapse atılıyor, 15 sene içerde kaldıktan sonra. hayatıyla ilgili bir roman yazarak üne kavuşup, hapisten çıkıyor fakat sonra bu ünün ardına saklanarak cinayet işlemeye devam ediyor. 90'ların sonunda tekrar yakalanıp içeri tıkılıyor fakat mahkemeler başlamadan hapishanede inithar ediyor.
oyunda unterweger'i malkovich canlandırırken, arkada küçük bir orkestra ve unterweger'in hayatındaki kadınları canlandıran iki ariacı var. ariacılar 17. yy'dan birçok operdan "aşkından ölen. acı çekse de sevdiğine sadık ve aşık olan kadın" temalı ne kadar aria varsa okuyorlar ara ara. bazen tek başlarına sahnedeler bazen de malkovich'in basmakalıp sembolik oyunlarıyla süsleniyor durum.

unterweger, zeki bir serikatil elbette. üzerine yazılmış bu tekstte, hayatındaki kadınlar üzerinden anlatıyor çoğu şeyi: annesinden başlayıp, hayat boyu ona hayran olan binlerce kadın üzerinden. "hiçbirşey olmaktansa ünlü bir serikatilim olurum daha iyi" diyor. kadınların ona, bir serikatile nasıl hayran olduklarından bahsediyor. "kadınlar benden ya nefret ediyorlar ya da aşık oluyorlar ama her iki durumda da asla yalnız bırakmıyorlar" diyor.
malkovich sahnede avusturya ingilizcesiyle konuşuyor, çok oynuyor denemez çünkü aslında oyunu okuyor. kendisiyle ilgili hiçbir bilginin gerçek olmadığını söylüyor, zaten bence oyunun "tek" can alıcı noktası "gerçeği merak ediyorsunuz, aslonda ben de ediyorum. üzgünüm ama doğduğumdan beri gerçeği hiçbir zaman söyleyemedim..." dediği yerdi. çünkü aslında oyunun ve oyuna göre unterweger'in hayatının temelinde bu durum yatıyor. oyunun bir yerinde unterweger ("ben bir pc insanıyım ama önüme mac koyuyorlar!" diye sinirlendikten sonra) mac leptopunu açıp "gerçeği mi istiyorsunuz? o zaman neden internete bakmıyorsunuz? gerçek orda" diyerek wikipedia'ya adını yazıp çıkan sayfayı okuyor. ve hayatıyla iligili yazan bilgilerini kendi söylediği yalanlar olduğunu anlatıyor. tekstin etrafında döndüğü konu gerçek olan ve gerçekliğin ne olduğu. wikipedia'da yazan bilginin ne kadar gerçek olduğu, ona bir serikatil olarak duyulan hayranlığın ne kadar gerçek olduğu...vs.

izlediğim oyuna gelirsek, unterweger'in kendini anlattığı tekst çok kez beethoven, mozart, haydn gibi bestecilerin operalarından arialarla bölünüyor. bu "kurgusuz kurgu"da arialar, klişe renk seçimleri, orkestra ve unterweger, gelişi güzel yapılmış bir kolaj gibi duruyor. tekstin hiçbir enteresanlığı yok. serikatil "konu"sunun çok işlenmiş olması dolayısıyla tekstin bunca düz ve yüzeysel olmasında ben özellikli birşey göremiyorum..diyelim ki yavan bir derecede derinleşiyor. ritm yok, gerilim yok ama bariz bir kurgusuzluk da yok. kırmızı ve siyah sutyenler, beyaz takım elbise, unterweger'in kitplarıyla örtülen kadın cesedi, kendini astığı ipingereksiz uzun bir biçimde ağır ağır her yere dolanması gibi öğelerde durumun dramatikliği ya da trajikliğiyle absürd bir biçimde dalga geçtiğini görüyoruz. evet.
fakat şu donald kuspit'in sanatın sonu kitabında bahsettiği postmodern sanatın duygulardan, hislerden yoksunluğu ve soğukluğu burda da vakıa bence. nolursa olsun ben karşımdaki oyunu tüm bedenimle izliyorum ve aklımda hiçbirşeyin kalmamasının nedeni sadece bu "kurgusuz kurgu" meselesi değil, aynı zamanda bu burnu büyük ve dokunmayı aşağı birşey kabul eden burjuva sanat anlayışı. bahsettiğim şey "oyunda his yok, dokunmuyor, dokunmalı" değil. bu soğukluk absürdlüğün bir parçası ama gene de bir yavanlık ve fluluk var.
söylenen onca aria hep aynı konulara gönderme yapan arialar, dolayısıyla hikayeye birden fazla katkısı yok ne içerik ne de form olarak. bu yüzden üç aria izlemekle, onüç aria izlemek arasında bir fark olmadığını düşünerek, neden üç yerine onüç aria izlemiş olmayı, zorlanmış bir absürdlük olarak değerlendiriyorum. tamamen kurgusuz bir oyun değildi hayır. hani ne başı ne sonu belli olmayan, sahneden taşan, çizgiler çizmeyen bir kurgusuzluk yoktu ortada. net ama ilkel bir kurgu vardı. dolayısıyla "kurgu" meselsine de absürd bir bakış vardı denebilir.

fakat "bişeyler demek için" ne kadar kastırmak ve üstelik sırf teorik/kağıt üstü düzeyde kastırmam gerektiğini hissettiğimde aklıma kuspit geliyor..

son bir ek olarak, muhtemelen bu oyun lütfi kırdar gibi büyük bir salon için yapılmamıştı, (zira büyük salonlardan vazgeçileli epey oluyor) fakat burası görmemişin ülkesi olduğu için, John Malkovich denince nasıl bir izdiham olacağını elbette hesaba katarak ve eski imparatorluklardan kalma saygı belirtisi olarak bahşedilen büyüük büyük hediyeler verme geleneğinin bir devamı olarak lütfi kırdar uygun görülmüş olsa gerek. nitekim tiksinç bir biçimde türkiyenin her "sınıftan" popüler sanatçılarından görüp görülünebilecek herkes oradaydı. kralın verdiği baloya gelmemek olmaz ne de olsa, saygınlık ve prestij, boy göstermekten geçer. gerçek mi? gerçek!