Monday 22 June 2009

ay lav frihend



Badem, benim armadillo koşu çantamın içinde kendini uzay mekiğinde zannederken.

Bu benim fantazim (hatta fantezim) değil. Yani benim fantezimdi ama sonra gerçek oldu, daha doğrusu onun da fantezisi oldu. Şimdi benim, onunla ilgili fantezimi "o" da paylaşırsa, o fantezi artık gerçek olmuş sayılmaz mı? Dış gerçekliği algıladığım biçim fantezi sayılır mı? Dışımdaki gerçekliği kavradığım anda yorumlamış sayılırım, dolayısıyla dış gerçeğin bendeki yorumu bir tür fantezi sayılabilemez mi? O halde bu gerçeği yorumlama fantezimi bir başkası da aynı biçimde algılarsa o da aynı fanteziye yani gerçeğe dahil olmuş olmaz mı? Anladın mı? Bak çünkü çanta yerde duruken Badem içine girdi ve sonra ben çantayı -o aynen bu pozda içindeyken - pasta gibi elime alıp abuk subuk sesler çıkararak "wuhuhuhuuuu ve uzay gemisiii bilinmeyennn gezegeneee inişşş yaptı pıffffffsssssttşşşş" diyerek ARMADILLO-4 uzay gemisini yatağıma indirdim. Yatağım, Badem'in bildiği bir yer, orası bilinmeyen gezegen değil!
Fakat Badem astronot, ARMADILLO-4'ün dumanlar içinde açılan kapısından dışarı temkinli ve ağııır bir biçimde başını uzattı. Önce yavaş bir radar gibi havayı -atmosferdeki gazları ayrıştırmak için olsa gerek- kokladı burnunu minik minik oynatarak. Sonra hafiiif bir adımla dışarıya çıktı biraz daha ve bu sefer de patisinin bastığı zemini koklamaya ve tanımaya başladı.

:S

Ben şaşkın ve sessizce izliyordum. Kız, oranın hakkaten de bilinmeyen gezegen olduğunu sanıyordu! Bu oyun böylece devam etti...

Sonra da bitti.

Saturday 20 June 2009

Kabuslarla Lacan

20 - 21 Haziran Lacan kollokyumuna gitmeden bir önceki gece iki kabus gördüm. İlkinde annemi diğerinde babamı.



İlk Kabus

Adadaki evle İstanbul'daki ev arası bir evdeyim. Annem ve Yorgo var. Yorgo bana birşeyler anlatıyor, ben gülümseyerek onun beline sarılıyorum türk dizilerindeki sevgililerin klişe hareketiyle. Sonra arkamı döndüğümde farkediyorum ki piyanom beyaz. Telaşla ona koşuyorum. Piyanom zarar görmüş, zımparalanmış, oraları buraları kırılmış sonra da alçıya bulanmış gibi gelişigüzel beyaza boyanmış. Histerik bir halde ağlamaya başlıyorum bağıra bağıra. Yorgo da annem de donmuş, ifadesiz suratlarla bana bakıyorlar. Ben piyanonun üstüne kapanıp ağlıyorum. Şiddetle, boyadan yapışmış kapağı açmaya uğraşıyorum. Zar zor açıyorum kapağı, tuşların yarısı kırılmış ve beyaza boyanmışlar. İçim acıyor. Farkediyorum ki beyaza boyanan sadece piyano değil. Evdeki başka şeyler de zımparalanıp beyaza boyanmış gelişigüzel. Gece biri girip bunu yapmış olmalı diye düşünüyorum, bir sapık! Sapık bi katil! Yorgo arkamdaki odanın karanlığında yok oluyor. Ortalıkta garip bir sessizlik var, soğuk bir sessizlik. O aceleyle sürülmüş alçı beyaz boya ve bu sessizlik, ölüm, kefen...Annem -ki anormal bir biçimde erkeksi ve genç görünüyor- beni elimden tutup uzun bir koridorun sonundaki odaya -muhtemelen benim istanbul'daki odama- götürüyor "gel bir de şuna bak" diyerek. Bana zarar vereceğini biliyorum. Gözlerimin içine bakarken bir anda diğer elini karnıma sokuyor. Sanki elini içime sokup midemi söküp almak istiyormuş gibi daha da derine itmeye başlıyor elini. Benim nefesim kesiliyor, kendime "uyan! uyanmalısın!" diyorum ve gerçekte yataktan doğrulmaya çalışırken, bu hareket rüyada kendimi annemden uzağa çekmek olarak tezahür ediyor. Sonunda kendimi zorlayarak uyandım. Vücudumun bazı yerleri uyuşmuştu...




İkinci Kabus

İkinci kabusta, ıslak demir iskeleti yer yer görünen eski, yıkık ama işler bir binaya, babam beni bir sınava sokmaya götürüyor. Babam bir yerlere yok oluyor ve ben sınava çok az bir vakit kala tuvalete giriyorum. Pis ve eğri büğrü bir tuvalet. Yer koyu yeşil fayansla kaplı. Demir kapının ardında üç tane alaturka tuvalet var, bunların iki tanesinde kapı yerine kumaş perde var, üçüncüsünde o da yok. Diğer ikisi dolu olduğu için perdesiz olana giriyorum ki tam o sırada bir tanesinden bir adam çıkınca ben adamın yerine perdeli olana giriyorum. Tam işeyecekken, aynı adam hışımla perdeyi açıp bana "Ben seni görmeyeyim diye buraya girdin değil mi?!!" diyor sert bir biçimde. Bense kemküm edip "A yoo...Yani...Yok. Ne farkeder görseniz canım" diye geveliyorum. Adam bana daha da kızacakken, arkasından sevgilisi genç adam gelip onu sakinleştiriyor. Bu gay adamın, rüyanın sonraki sekansında tanık olduğum olayla bir ilgisi var:
Yüksek bir otobüsteyim, şehir dışında henüz bitmemiş bir karayolu inşaatının ortasında bir grup asker, gene bir otobüsten indirdikleri gay ve travestileri tek sıraya sokup kurşuna diziyorlar. Ben bu korkunç olayı uzaktan görüyorum. Sonra binaya geri dönüyorum, öğreniyorum ki babam kalpten ölmüş. Peki diyorum duruluyorum. Zaman geçiyor, ancak akşam olduğu zaman aklıma geliyor bu haberi birilerine söylemem gerektiği. Laleper'i arıyroum, ruhsuz ve soğuğum. Önce hatrını soruyorum, nasıl diyeceğimi bilemiyorum ve sonunda hissiz bir biçimde "babam kalp krizi geçirip öldü" deyiveriyorum otobüsü kaçırdığımı söyler gibi. Sonra uyandım...

İkinci rüya, Ali'nin dediği gibi profetikti çünkü bugünkü Lacan kolokyumunun ikinci konuşmacısı Pierre Henri Castel'in konu başlığı "Transeksüelizm analiz-edilemez midir?" idi.
Çeviri problemdi ve bu problem, masraftan çekinen ve Monokl'ün en son çıkan Lacan sayısının profesyönelliğine inat bir amatörlükle "arkadaşlar arasında" halledilmeye çalışılıp yüze göze bulaştırılmıştı. Fakat kollokyumdan sonra metinlerin basılacağını öğrendik. Zaten sonra Nami Başer direksiyona geçip hepimizi kurtardı. Nicelerine. Alışkanlık olsun umarım Monokl kollokyumları.

Takip etmek benim için epey zorlayıcı olduysa ve konuşulanların çok azını bir yerlere oturtabildimse de Castel'in ve Raoul Moati'nin konuşmalarını gerçekten ilginç bulduğumu söyleyebilirim. Not bile aldım her ne kadar bölük pörçük de olsa...



Lacan öncesi kabuslar ve Lacan kollokyumu...

Benimle ilgili tanımlar yapıldığını düşündüm zaman zaman. Hatta heyecanımın yükseldiği, taşikardim olduğunu "sandığım" - nabzım normaldi çünkü- Castel'in konuşmasına denk gelen bir anda tekrar psikoloğa başlamam gerektiğini düşündüm:

Hayat bana erotik geliyor - bunu daha evvel söylemiştim kendime-. Herşey erotikleşiyor mütemadiyen. Hiçbir sebep yokken, -söz gelimi- orgazm olacakmışım gibi yükselen bir heyecan duyuyorum örneğin, nispeten sık ve büyük nefesler aldığımı farkediyorum. Castel, babayla herhangi bir erkek arasında fark kalmamasından bahsediyordu, transeksüelde iki cinsiyet arasında fark kalmadığından; transeksüelizmin, bir başkası olmak değil, cinsiyet değiştirerek kendisi olmaya çalışmak, kendisini bulmak olduğundan söz ediyordu. Bu sırada anlık hayallerde Castel'in, abartılı pullu payetli rengarenk kostümler giymiş bir travesti olduğunu görüyordum ve sol kulağıma takılı olan kulaklıktan metnin türkçesini okuyan sesin erotikliği akciğerlerimin sıkışmasına neden oluyordu. Hızlı ve derin derin nefes aldığımı farkediyordum. Bir yandan sol kulağımdan içeri akan sıcak sıvının dediklerini anlarken, diğer kulağımda da Castel'in ekspresif bir biçimde okuduğu metinden anladığım fransızca kelimeleri yakalıyordum, Castel'in küçük gözlerinin içine bakıyordum ve gerisi kararıyordu, aynı anda bir sesle sevişilip sevişilemeyeceğini düşünüyordum! Bu sesin, kafamda görsel bir karşılığı oluşmuyordu ya da bir bedene bürünmüyordu, dolayısıyla gözümün önüne gelen sahnede, bir ışık altında yuvarlanan kendi çıplak bedenimi görüyordum! Bu yüzden zaman zaman beni ele geçiren cinsel arzunun, belli hiçbir nesnesi olmadığını hatta bu arzuya özellikle bir nesne de aramadığımı hatta ve HATTA DUYDUĞUM BU AŞIRI CİNSEL ARZUNUN AÇILIMININ BELKİ DE ÖZÜNDE CİNSEL -CİNSELLİK- OLMADIĞINI BİLE DÜŞÜNDÜM! BUNA BİR DUR MU DEMELİYDİM YOKSA YAPABİLECEĞİM TEK ŞEY, TATMİN EDİLEMEYEN, NESNESİ SONSUZ OLAN BU ARZUYU KORUMAYA ÇALIŞMAK MIYDI??!


.....................................................................................


Hayır.
Boşalmadım elbet kollokyumun ortasında.
Ama garipti.
Pek...tanımlanamaz birşeydi -şimdilik-






Ciddi P.S:
Bu boşalmayı okurken, farkında olarak ya da olmaksızın gözlerini kısıp, kafasını boyundan geriye doğru güvercinsel* tek ve kısa bir hareketle kıran -herhangi cnbc-e sitkomunda, olagelen fazla absürd bir duruma/olaya karşı verilen o klişe tepki- kimselerin, benimle bir daha iletişime girmemelerini rica ediyorum.
Evet,
bu hayatımı kolaylaştıracaktır.








*güver-cinsel

Thursday 18 June 2009

Annemin burç haritası

Annemin burç haritası, bir kitap ismi değil. Gerçek. İşte orda ben şöyle tanımlanmışım.
Öhöm!

BOĞA ÜSTÜ AKREP (PİLAV ÜSTÜ KURU):

İhtiraslı, çelişki dolu. Kişiliğini iç güdüleri yönetir ve tüm hayatı ise iç güdülerini kontrol etmeye uğraşmakla geçer. (meslek olarak seçmişim bunu herhalde) Seks, ölüm, acı ve zevkle ilgili herşeye meraklıdır. Çok sever, fakat mutluluklarının çoğu zaman sona ereceğinden emin olduğu için, bu korkuyla onları kendine zehir eder (ha bu geçti ama küçükkendi canım!) İnatçı, bencil, hükmedici ve zor bir insandır. (Bi saniye Bi saniye!..buna itirazım var! bencil değilim ben! mazoşistim ama bencil değilim! küçüklük kompleksi olan insanın bencil olması, bir sineğin eskrim yapması kadar zor birşeydir! lütfen!) Bir de efsanevi bir çalışma kapasitesi vardır (evet yorum yapmayalım, bekleyelim görelim) Herşeyin aşırısından hoşlanır. (bu herşeyi açıklıyor) Taviz vermekten nefret eder.

Bir ömürlük fal!
İsteyen varsa bana doğum yılını, ayını, gününü ve saatini 0900 365 00'a mesaj çekerek ömürlük hastrolojik bilgilerne ulaşabilrler.

1 Mesaj = 1 ömürlüktür

Thursday 11 June 2009

Aslı Erdoğan'ın yürek grisi

Aslı Erdoğan'la ilk deneyimim Kırmızı Pelerinli Kent'te oldu. Bu kent çok yakında durdu hep. Çok ıslak çok sıcak. Çok kokan. Yazarın kendisini izledim ister istemez tüm "film" boyunca. Garip soğuk bir dili var. Soğuk ve uzak ama bir o kadar da içinde lakin mütecaviz değil fakat gene de rahatsız edici olmayı başarıyor. Saldıracağım, kışkıracağım noktada uzak; uzak durduğunu sandığım noktada midem bulanıyor. Ama soğuk, her yerde gördüğüm fotoğrafları gibi soğuk. Sokakta gördüğüm incecik bacakları ve kocaman, bakmayan gözleri gibi soğuk dili de.
Kırmızı Pelerinli Kent'i bir nefeste bitirdim. Öyle olması gerekiyordu. Özgür'ün ölümüne bir an evvel varmak gerekiyordu. Kitabın başından itibaren Özgür'ün ölümüne koşarak okudum. Ölünce rahatladım ve bitti roman.

İkinci tecrübem de Taş Bina ve Diğerleri'yle oldu. "Şiddetle yüzleşmek istedim" diyor bu kitabı için. Yüzleşirken kendi içine çok zarar verdiğini hissettim ben okurken. Sanki hiç sesini çıkarmaksızın, ter içinde tenine bastırdığı bıçağı, çok yavaşça aşağılara doğru sokup, akan kana ve büyüyen acıya aldırmadan çevirip içinde dolaştırmış gibi...
"Şiirsel düzyazı"
Kitabı sesli okudum. Şiir okur gibi ama tekrar eden ve virgüllerle uzayan betimlemeler, benzetmeler çok yorucuydu. Yorucu olması gerekiyordu belki de. İşkence, uzun uzun anlatılmış olunuyordu belki de böylece. Cümleler bu yüzden bu kadar devrik, virgüller bu kadar çoğunluktaydı. Her hikayede tekrar eden hisler, paragraflar, renkler ve kokular, isimler ve tamlamalar; her işkenceden sonsuza dek kalacak olan izler gibiydiler. Taş Bina'da dili bana giderek daha da soğuk geldi. Bu soğukluk, tekrarlar ve virgüllerle uzayan tasvirler arttıkça daha da sinir bozucu oldu benim için. Neden sinir bozucu olsun? Bilmiyorum.
Ama Kırmızı Pelerinli Kent'ten tekrarlar bile vardı Taş Bina ve Diğerleri'nde, sanki birbirlerinin ardıllarıymış gibi. Bu rahatsız etti beni belki. Belki her farklı kitapta farklı şeyler bekledim ondan ama bana çok benzer geldiler diye.
Fakat büyük bir fark var ikisi arasında. İlki film ama ikincisi film olarak kaydolamayacak kadar soyut ve edebi. Anladın mı ne demek istediğimi? Okumadan anlıyamazsın şüphesiz ama okuyunca bir dinle beni...Taş Bina ve Diğerleri'nde soğuk bir alacakaranlık rengi var, koku var, anlar var ya da belki kareler. Yer yer hareketli yer yer sabit kareler, fotoğraflar hatta belki de soyut çizimler, imgeler. Devamlılığını film devamlılığıyla sağlamıyor bu kitap. Öyküler içlerinde, dağılıp parçalanmış ama hala tam anlamıyla bozulmamış bir örümcek ağıyla bağlılar birbirlerine. O örümcek ağı görünmez ama yapış yapışlığı hissediliyor, görünmüyor incecik ama koluna orana burana deydiğini hissedip boşluğun içinde hareketler yaparak kurtulmaya çalışıyorsun. Evet böyle bir hissi var o uzun ve ağdalı ve virgüllü cümlelerin. Ağıııırrr, balçıklııı, yapışkannn ama görünmez.
Aynen "soğuk ama içinde" demem gibi.

Şimdi şu yazdıklarımdan birşey anlamıyan birisi bana son kertede mutlaka, ne sorduğunu hiç düşünmeksizin "peki ama beğendin mi beğenmedin mi anlamadım ben?" diye soracak sanki. Ben de ona bunun neden önemli olduğunu soracağım. Beğenip beğenmediğimi duyduğunda mı bu kitapla ilgili fikri netleşmiş olacak sanki?
Ne saçma alışkanlıklar. Durup düşünmek gerek, yürek grisi ne demek diye...

Jet of Blood (The Spurt of Blood ) - Antonin Artaud

CHARACTERS

A YOUNG MAN
A WET-NURSE
A YOUNG GIRL
A PRIEST
A KNIGHT
A COBBLER
A BEADLE
A PEDDLER
A BAWD
A HUGE VOICE
A JUDGE

YOUNG MAN: I love you and everything is beautiful.

YOUNG GIRL: [With quavering voice] You love me and everything is beautiful.

YOUNG MAN: [In a lower tone] I love you and everything is beautiful.

YOUNG GIRL: [In an even lower tone] You love me and everything is beautiful.

YOUNG MAN: [Leaving her abruptly] I love you. [Silence] Face me.

YOUNG GIRL: [As before standing opposite him] There.

YOUNG MAN: [In an exalted high-pitched voice] I love you. I am great, I am lucid, I am full, I am dense.

YOUNG GIRL: [In the same high-pitched voice] We love each other.

YOUNG MAN: We are intense. Ah, how beautifully the world is built.

[Silence. There is a noise as if an immense wheel were turning and moving the air. A hurricane separates them. At the same time, two Stars are seen colliding and from them fall a series of legs of living flesh with feet, hands, scalps, masks, colonnades, porticos, temples, alembics, falling more and more slowly, as if falling in a vacuum: then three scorpions one after another and finally a frog and a beetle which come to rest with desperate slowness, nauseating slowness]

YOUNG MAN: [Crying with all his strength] The sky has gone mad.

[He looks at the sky] Let’s hurry away from here.
[He pushes the Young Girl before him]
[Enter a medieval Knight in gigantic armor, followed by a Wet-Nurse holding her breasts in her hands and puffing because her breasts are swollen]

KNIGHT: Let go of your tits. Give me my papers.

WET-NURSE: [Screaming in high-pitch] Ah! Ah! Ah!

KNIGHT: Damn, what’s the matter with you?

WET-NURSE: Our daughter, there, with him.

KNIGHT: Quiet, there’s no girl there.

WET-NURSE: I’m telling you that they’re screwing.

KNIGHT: What the Hell do I care if they’re screwing?

WET-NURSE: Incest.

KNIGHT: Midwife.

WET-NURSE: [Plunging her hands deep into her pockets which are as big as her breasts] Pimp.
[She throws his papers at him]

KNIGHT: Let me eat.
[The Wet-Nurse rushes out] [He gets up and from each paper he takes a huge hunk of Swiss cheese. Suddenly he coughs and chokes]

KNIGHT: [With full mouth] Ehp. Ehp. Show me your breasts. Show me your breasts. Where did she go?
[He runs out] [The Young Man comes back]

YOUNG MAN: I saw, I knew, I understood. Here on a public street, the priest, the cobbler, the peddler the entrance to the church, the red light of the brothel, the scales of justice. I can’t stand it any longer!
[Like shadows, a Priest, a Cobbler, a Beadle, a Bawd, a Judge, a Peddler, arrive on stage]

YOUNG MAN: I’ve lost her: give her back to me.

ALL: [In different tones] Who, who, who, who.

YOUNG MAN: My wife.

BEADLE: [Very fat] Your wife, you’re kidding!

YOUNG MAN: Kidding! Maybe she’s yours!

BEADLE: [Tapping his forehead] Maybe she is.
[He runs out] [The Priest leaves the group and puts his arm around the neck of the Young Man]

PRIEST: [As if confessing someone.] To what part of your body do you refer most often?

YOUNG MAN: To God.
[Confused by the reply the Priest immediately shifts to a Swiss accent]

PRIEST: [In Swiss accent] But that isn’t done any more. We no longer hear through that ear. You have to ask that of volcanoes and earthquakes. We wallow in the little obscenities of man in the confession-box. That’s life.

YOUNG MAN: [Much impressed] Ah that’s life! Then everything is shot to hell.

PRIEST: [Still with Swiss accent] Of course.
[At this moment night suddenly falls on stage. The earth quakes. There is furious thunder and zig-zags of lightning in every direction through the zig-zags all the characters can be seen running around bumping into each other and falling then getting up and running about like crazy. Then an enormous hand seizes the Bawd by her hair, which bursts into flame and grows huge before our eyes]

HUGE VOICE: Bitch, look at your body!
[The Bawd’s body is seen to be absolutely naked and hideous beneath her blouse and skirt, which become transparent as glass]

BAWD: Leave me alone, God.
[She bites God in the wrist. An immense spurt of blood lacerates the Stage, and through the biggest flash of lightning the Priest can be seen making the sign of the cross. When the lights go on again all the characters are dead, and their corpses lie all over the ground. Only the Young Man and the Bawd remain devouring each other with their eyes. The Bawd falls into the Young Man's arms]

BAWD: [With the sigh of one having an orgasm] Tell me how it happened to you.

[The Young Man hides his head in his hands. The Wet-nurse comes back carrying the Young Girl under her arm like a bundle. The young Girl is dead. The Bawd drops her on the ground where she collapses and becomes flat as a pancake. The Wet-Nurse no longer has her breasts. Her chest is completely flat]

KNIGHT: [In a terrible voice] Where did you put them? Give me my Swiss cheese.

WET-NURSE: [Boldly and gaily] Here you are.

[She lifts up her dress. The Young Man wants to run away but he is frozen like a petrified puppet]

YOUNG MAN: [As if suspended in the air and with the voice of a ventriloquist] Don’t hurt Mommy!

KNIGHT: She-devil!

[He hides his face in horror. A multitude of scorpions crawl out from beneath the Wet-Nurse’s dress and swarm between her legs. Her vagina swells up splits and becomes transparent and glistening like a sun. The Young Man and Bawd run off as though lobotomized]

YOUNG GIRL: [Getting up dazed] The virgin! Ah that’s what he was looking for.

Wednesday 10 June 2009

Antonin Artaud ve anüsünü kemiren böcekler

"tant que je me sentirai suivi par un double ou un spectre, ce sera le signe
que je suis"


Antonin Artaud



bir ikizim ya da bir hayalet tarafından izlendiğimi hissetmem, var olduğumun kanıtıdır



Antonin Artaud mütemadiyen, anüsünü kemiren böceklerden bahsedermiş.

Küçüklüğümden hatırladığım şu anı geliyor aklıma: Sanki ya dört ya da altı yaşındaydım ve televizyonu çok yakından izlerdim o zamanlar. Sanki TRT'de siyah beyaz bir film vardı ve sanki o filmde omzuna kadar elektriklenmiş kabarık saçlı, saten sabahlıklı bir kadın uzun koridordan, zemini büyük siyah-beyaz kareli marleyle döşenmiş küçük mutfağa doğru yürürken bir dış ses olarak konuşuyordu. Ne anlattığını hatırlamıyorum ama sanki kadın mutfağa geliyordu büyük bir kavanoz alıyordu eline. Kavanozun içinde bir sürü hamam böceği ( ya da belki karafatma) vardı. Kadın, siyah beyaz kareli yere oturup kavanozu açıyordu sanki ve dış ses konuşmaya devam ederken, teker teker böcekleri anüsünden içeri sokuyordu. Hayır soktuğunu österen pornografik bir kare yoktu ama çok anlaşılırdı ne yaptığı.
Nihayet ben bu anıyı hatırladığım andan itibaren (belki orta okul yıllarına denk gelir) soruşturmaya başladım filmi fakat en son Tan'ın bile böyle bir sahneyi hiç bilmiyor olduğu ortaya çıkınca kendimden şüphe etmenin daha doğru olacağına kanaat getirdim. İnanması güç oldu. Aslında kendimi biliyorum az çok. Olmayan "şeyler"i, olmuş olsalar hatırlanacakları halden daha gerçek renkler ve konturlarla hatırama yazdığımı (yani aslında yarattığımı) biliyorum. Gene de anının eskiliği, kokusu, iç ve dış algısı, yıpranmışlığı çok gerçekçiydi.
Bir anının gerçekliği.
Gerçek bir anı/hatıra nasıl olur?
Bir anının gerçek olup olmadığını nasıl anlarız?
eğlenelim öğrenelim VERSUS okuduğumuzu anladık mı cevap verelim
örneğin bu anı (göte böcek anısı), gerçek bir kaynağı olmayıp da hafızamda bir süredir anı olarak saklanıyorsa başka şey; gerçekle bağlantısı varsa, var olan/olmuş birşeyin yansımasıyse başka birşey olarak mı tanımlanacak?
Anı anı değil midir?
Anı zaten objektif olmadığına göre, benim kafamda benim kaslarımla biçimlenmiş bir gerçek algısının saklanması söz konusu öyle değil mi?
yani saklanmış olan şey, namıdiğer "anı" tamamen bana ait. artık benim biçimlendirip, paketleyip, üzerine koruyucu cilalar atıp depoya yerleştirdiğim o "şey"in, izdüşümü olduğu gerçekle organik bir bağı kalmıyor. öyle değil mi?
o halde sorarım tekrar, anı kisvesine büründükten sonra ve kendi anası olan "gerçek"le organik bağı kalmadıktan sonra, gerçek bir anası olup olmamasının ne önemi var?
çünkü bu çok oluyor, söz gelimi rüyamda gördüğüm birşeyi ya da bir kitapta okuduğum veyahut filmde izlediğim bir sahneyi kendi anımmış gibi hatıra kısmına yazabiliyorum hafızamın. gerçeğin anısı olması bu kadar önemli mi?


bence saçmalıyorum.



dışarsı yağmur kokuyor.
çok nemli bir gece.
kenarı silgi gibi yenmiş tabak gibi bir ay var tepede. duvarımda kıvranan uçan karıncalar. ağır ve nemli bir biçimde çökmüş gece. uyuyayım ben de.
bu yazı henüz yazılmamış kabul edilse olur mu?


hayatta ne yaptığını bilmeyen oyuncu, sahnede ne yapacağını nasıl bilebilir ki?
demiş Stanislavski.

Monday 8 June 2009

VUR/ YAĞMALA/ YENİDEN




Dot'un Vur/Yağmala/Yeniden'inin ilk toplu gösterimine gittim 6 Haziran cumartesi günü. Dozları tek tek almak değil hepsini birden altın vuruşla almak lazım geldiği kanısında olduğum için toplu gösterim. Sabah 11'den akşam 21'e kadar sürdü. Ayrıca hemen ilk gösterime gitmek istedim, onlara hiç şans vermek istemedim çünkü yaptıkları şey gerçekten zor. Bu sert ve meraklı ilgiyi hak ettiklerini düşünüyorum.

Öncelikle teslim etmeliyim ki oyunun yazarı Mark Ravenhill bir dahi. Birinci kısa oyundan onaltıncıya doğru yükselen, patlayan ve patlatan gerilimin voltajı, kurgusu, dramatikliği, ritmi olağan üstü. Çok temiz bir matematiği var; oyunlar boyunca beyin yıkar/sikercesine üstüne basa basa tekrar edilen çok isabetli seçilmiş "hatırlatmalar" mevcut: kahvaltı-huzur-demokrasi-özgürlük-iyi-kötü-bomba-bahçe malzemeleri mağzası-kahve...İlk üç oyunda oyuncular da seyirciler de aynı taraftalar: "Herkes iyiii! Hepimiz iyiyizzz!" Ancak dördüncü oyun "Savaş ve Barış"taki başsız askerle ilk kez, karşı tarafla da çarpıştırılıyoruz. Benim bu dördüncü oyundan etkilenmemin, lirik-sembolik dilinin yanı sıra bir diğer sebebi de bu olmalı: oyunda ilk kez bir "karşı taraf"ın çizilmesi. Çağdaş savaş, çağdaş savaş nedenleri, modern ve uygar insanın modern ve uygar savaş nedenleri. Gücün kaynağına göre hangi tarafta olduğumuz, kazanan ya da kaybeden olmaktan çok kuralları kimin koyacağına ve eylemin meşru ya da nameşru olduğuna karar veriyor. Şiddet tek başına "günah"ken, şiddete karşı şiddet meşru ve haklı oluyor. Medeni şiddet, uygar işkence, vicdani anal seks, aşırı uyarım-sonsuz boşalma/sonsuz tatminsizlik. Şiddetin sınırsız şehveti ve onu seyretmenin verdiği bağımlılık yaratan vicdani orgazm. Bir yandan bunların hepsi bir bilgisayar oyunu gibi kurgulunmış senaryolar: vur/yağmala/yeniden (shoot/get treasure/repeat).

Tüm oyunlar boyunca belli-belirli kişilerin yanı sıra sürekli tekrar tekrar karşımıza çıkan şekli ve adı olmayan kişiler de var. "Bir grup insan" ya da "işte bir tanesi daha" diye tanımlayabileceğim. İşte onlar seyirciyle baştan sona her türlü temas halinde olanlar, bizi birebir itip kakanlar, yüzümüze karşı kusanlar tüm iğrenç temizlikleriyle.
Oyunda herşey şeffaf: sahne, sahne arkası, (varsa) çok net ve minimal aksesuvarlar, fuaye, izleyici ve oyuncu, kostümler. Herşeyin arkası görünür, hiçbirşey hiçbirşeyin arkasına gizlenemiyor, dolayısıyla kaçacak yer yok. Küçücük yerde hep gözgöze, burun burunasın, olmak zorundasın.

Oyunların sonuna doğru büyüyen beden yorgunluğuna, giderek şiddetlenen hikayeler ve acımasızlaşan dil eklenince nefis bir dayak yemiş gibi oluyor insan. Orda birşey seyredilmiyor, birşeye maruz kalınıyor. Gösterimler arasında ara vermek için çıktığında, tekrar gerisin geri aynı odaya girip başına neler geleceğini düşünüp korkarak geri giriyorsun ama giriyorsun.
Yok hayır
abarttım
ama belki de böyle olmalıydı hakikaten. Oyunu izlerken, oyunu izleyenleri de izledim; oyunun kendisiyle ve kendilerine hitap eden oyuncuyla kurdukları ilişki çok garipti: korkuyorlardı, bir yandan bunu belli etmemek için belki de kendilerine "tamam sakin ol. gerilmeye gerek yok bu daha ileri gitmeyecek...yani hiçbir oyuncu ölmeyecek ve kafamıza birşeyle vurmayacaklar...değil mi?" demek durumunda kalıyorlardı. Gene de birkaç gün sonra bilinç üstlerinde (kendilerini yüksek sesle ifade ettikleri ilk noktada) ne kaldığını merak ederim ve aslında oyunculurın da, rolleri içinde ve izleyiciyle kurdukları temasta ne tecrübe ettiklerini de merak ederim.
Yönetmenin, oyunu zerresine kadar anladığı, söküp yeniden yaptığı, dilini öğrendiği ve dahi defalarca içselleştirdiği, oyunun her köşesinden anlaşılıyor. Ordaki herkes, neden orda olduğunu ve ne yapıyor olduğunu biliyor görünüyor. Oyuncuların, ışığın ve sesin performansı, onaltı oyunun kurgusu kadar bütün ve incelikli. Dot'un çok zor ve önemli bir iş yaptığını düşünüyorum. Bu sadece in-yer-face'i buraya taşıyarak, yeni birşey yaparak değil ama gerçekten yaptıkları işe "buralarda" eşi az görünür bir ciddiyet, azim, aşk ve disiplin gösterdikleri için, bu kadar detaylı ve net bir iş çıkarttıkları, amaçları=söyledikleri olduğu için.
Bu oyun için çok sağlam bir dramaturji yapılmış olması gerektiğini düşünüyorum. Bütününü anlamak ve anlatabilmenin elzem noktası dramaturji olmalı çünkü her ne kadar onaltı parçadan oluşuyor olsa da inanılmaz bütün bir kurgusu var.

Birşeyi daha açıkça teslim etmeliyim kendi adıma ki ben şimdiye kadar hem bu kadar büyük bir kadro olup hem de bu kadar dengeli, profesyönel bir performans ve oluşum görmemiş, izememiştim sanırım -gene- "buralarda".
Ve sonra...İpek Bilgin'i ilk kez izledim 6 Haziran'da ve dudağım uçukladı. Ayakta alkışlamadan edemedim. "Ana"dan çıktığımda titreyen parmaklarımın arasındaki sigaranın küçük "s"ler çizen dumanının arasından, kapının önünde oturduğu yerde onu izlemeden edemedim. Hayran olduğun insanın her küçük hücresini görmek arzusuyla. Böyle bir enerjiyle karşılaştığımı hatırlamıyorum evvelce. Sahneye adımını attığı andan en sonuna kadar kendi fiziksel varlığımı bana unutturacak denli yoğun bir varlık vardı orda ortada. Ben bir çift göz ve sık bir nefes sesi olarak izledim sahneyi. Ve tanıştığıma çok memnun oldum..

Nihayet, aç karnına içilmiş bol asitli bir portakal suyu ve güzel bir mide sancısı bu oyun. Benim şahsen yemek istediğim, atıldığını da izlemekten zevk aldığım bir dayak. Bile bile iletişimsizliğin damarlara zorla zerk edildiği bir oyun. Her kavramın, içi dışına devşirilip boşaltılıp renkli kutular olarak satıldığı gerçeğine oynayan. Gerçekte, satılır bir cinsel fanteziye evrilmiş olan şiddetin, oyundaki gerçek hali...

- "Peki ne hissettin? Özgürlük, demokrasi, tarih?"
- "Hiçbişey.."