Thursday 11 June 2009

Aslı Erdoğan'ın yürek grisi

Aslı Erdoğan'la ilk deneyimim Kırmızı Pelerinli Kent'te oldu. Bu kent çok yakında durdu hep. Çok ıslak çok sıcak. Çok kokan. Yazarın kendisini izledim ister istemez tüm "film" boyunca. Garip soğuk bir dili var. Soğuk ve uzak ama bir o kadar da içinde lakin mütecaviz değil fakat gene de rahatsız edici olmayı başarıyor. Saldıracağım, kışkıracağım noktada uzak; uzak durduğunu sandığım noktada midem bulanıyor. Ama soğuk, her yerde gördüğüm fotoğrafları gibi soğuk. Sokakta gördüğüm incecik bacakları ve kocaman, bakmayan gözleri gibi soğuk dili de.
Kırmızı Pelerinli Kent'i bir nefeste bitirdim. Öyle olması gerekiyordu. Özgür'ün ölümüne bir an evvel varmak gerekiyordu. Kitabın başından itibaren Özgür'ün ölümüne koşarak okudum. Ölünce rahatladım ve bitti roman.

İkinci tecrübem de Taş Bina ve Diğerleri'yle oldu. "Şiddetle yüzleşmek istedim" diyor bu kitabı için. Yüzleşirken kendi içine çok zarar verdiğini hissettim ben okurken. Sanki hiç sesini çıkarmaksızın, ter içinde tenine bastırdığı bıçağı, çok yavaşça aşağılara doğru sokup, akan kana ve büyüyen acıya aldırmadan çevirip içinde dolaştırmış gibi...
"Şiirsel düzyazı"
Kitabı sesli okudum. Şiir okur gibi ama tekrar eden ve virgüllerle uzayan betimlemeler, benzetmeler çok yorucuydu. Yorucu olması gerekiyordu belki de. İşkence, uzun uzun anlatılmış olunuyordu belki de böylece. Cümleler bu yüzden bu kadar devrik, virgüller bu kadar çoğunluktaydı. Her hikayede tekrar eden hisler, paragraflar, renkler ve kokular, isimler ve tamlamalar; her işkenceden sonsuza dek kalacak olan izler gibiydiler. Taş Bina'da dili bana giderek daha da soğuk geldi. Bu soğukluk, tekrarlar ve virgüllerle uzayan tasvirler arttıkça daha da sinir bozucu oldu benim için. Neden sinir bozucu olsun? Bilmiyorum.
Ama Kırmızı Pelerinli Kent'ten tekrarlar bile vardı Taş Bina ve Diğerleri'nde, sanki birbirlerinin ardıllarıymış gibi. Bu rahatsız etti beni belki. Belki her farklı kitapta farklı şeyler bekledim ondan ama bana çok benzer geldiler diye.
Fakat büyük bir fark var ikisi arasında. İlki film ama ikincisi film olarak kaydolamayacak kadar soyut ve edebi. Anladın mı ne demek istediğimi? Okumadan anlıyamazsın şüphesiz ama okuyunca bir dinle beni...Taş Bina ve Diğerleri'nde soğuk bir alacakaranlık rengi var, koku var, anlar var ya da belki kareler. Yer yer hareketli yer yer sabit kareler, fotoğraflar hatta belki de soyut çizimler, imgeler. Devamlılığını film devamlılığıyla sağlamıyor bu kitap. Öyküler içlerinde, dağılıp parçalanmış ama hala tam anlamıyla bozulmamış bir örümcek ağıyla bağlılar birbirlerine. O örümcek ağı görünmez ama yapış yapışlığı hissediliyor, görünmüyor incecik ama koluna orana burana deydiğini hissedip boşluğun içinde hareketler yaparak kurtulmaya çalışıyorsun. Evet böyle bir hissi var o uzun ve ağdalı ve virgüllü cümlelerin. Ağıııırrr, balçıklııı, yapışkannn ama görünmez.
Aynen "soğuk ama içinde" demem gibi.

Şimdi şu yazdıklarımdan birşey anlamıyan birisi bana son kertede mutlaka, ne sorduğunu hiç düşünmeksizin "peki ama beğendin mi beğenmedin mi anlamadım ben?" diye soracak sanki. Ben de ona bunun neden önemli olduğunu soracağım. Beğenip beğenmediğimi duyduğunda mı bu kitapla ilgili fikri netleşmiş olacak sanki?
Ne saçma alışkanlıklar. Durup düşünmek gerek, yürek grisi ne demek diye...

No comments: