Thursday 8 November 2007








Lavaboma bu sefer de ayakkabımla evime kadar gelen kuru yaprakları koydum. Islandıkça güzel kokuyorlar

08.11.2007






Sabahtan beri Lyle Mays/Pat Metheny - Au Lait dinliyorum repeatte...Çok huzurlu.Gürkan'a göndereceğim bu parçayı, o çok sever Pat Metheny'yi...

Bir süredir daralmış, sabırsız ve sıkıntılıydım. Eve alışveriş yapmayı unuttum kaç gün boyunca, bu demek oluyor ki yemek yediğimi unutuyordum, ancak acıkınca aklıma geliyordu...Sonra, önce fotoğraf dersindeki gelişmeler, sonra stop-motion dersindeki gelişmeler ve en son da bugünkü sosyal kampanya projesi için aklıma birşeylerin gelmesiyle kendimi daha rahat ve huzurlu hissetmeye başladım.


Sosyal kampanya için konu bulamıyordum. Türkiye’de yapacağım bir kampanya konusu arıyordum. Kadın hakları, insan hakları, hayvan hakları, ibne değil eşcinsel, silahlanmaya hayır...Ama hiçbiri başlama noktası değildi benim için. Birine başlasam kendimi ortada hissedecektim ve inanmayacaktım yaptığıma. Tıkanıp kalmış idim. Gene de derse gittim bugün. Birşeyler yapmış olan insanlar işlerini hocaya gösteriyorlardı. Bense beynim durmuş bir şekilde italyan kızın bilgisayarına bakıyordum mal mal, sinir oluyordum kendime. Tam eve dönmeye karar vermiştim ki hoca, kucağında getirdiği tasarım kitaplarını masaya paat! diye bıraktı. Kitapların yanına gittim, en eskisini alıp bakmaya başladım. Hangi afişte çaktı şimşek bilmiyorum ama bir anda aydınlandım! Aklıma, yapacağım konu geliverdi. DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ! Gerçekten de herşeyin başı buydu. Sonra kitaplara bakmaya devam ettim, iyi geldi. Annemi hatırladım, bana hep ‘başlamadan biraz dergi kitap baksan?’ der. Bu sefer tam doğru bir zamandı kitaplara bakmak için. Belirsiz bir biçimde kafamı toparlamam için gereken konsantrasyonu sağladılar. Sonra oturup bir saat kadar ‘bireyn sıtorming’ yaptım ve bir kampanya geliştirdim.

Konu: duyarlılık ve anlayış
Başkasını anlamak.
Duyarsızlık da bir tür faşizmdir, karşıdakini yok saymaktır.
Düşünüyorum öyleyse varım.
O’nu anlıyor muyum?
vs...

Çocuklar, travestiler, birşey için savaşanlar, deliler, hayvanlar, öfkeliler, acı çekenler...

Hangi mecralarda ne formatlarda çalışılabileceğini de belirledim. Bu daha çok bir proje gibi oldu, sonunda tam olarak bitecek bir iş gibi daha çok. Halbuki disziplinin projeden farkı, belli bir alanda (ki burda afiş) çalışmak yalnızca. Ben gene de geliştireceğim ve sunacağım bakalım ne derse artık...
Bunu bulmak öyle rahatlattı ki beni.

Geçen fotoğraf dersinde de (hani şu Herr Funck, almanca konuşmamı istiyen ve uyuz davranan) sunum yaptık üç kız: ben Liesa ve Gudrum. Hepimiz fotoğraflar seçip onları ışık bakımından tanımladık ve tartıştık. Benim tüm fotoğraflarım Ralph Gibson’dandı.
( http://www.ralphgibson.com )
O gün defterime şunları yazmışım:


- Ben, ingilizce konuşmaya başladığım anda herkesin sus pus olup hiçbirşey konuşmayacaklarını düşünüyordum ama öyle olmadı. Almanca da olsa konuştular ve tartıştılar. Bizden sonraki sunumlarda çevirmenim Lieasa hasta olduğu için gitti ama ben gene de rahat hissedip soru sordum ve cevap alabildim. Çekingenlikleri garip, çok iyi ingilizce bilmelerine rağmen konuşmamayı hatta daha ziyade ‘bulaşmamayı’ tercih ediyorlar sanki. Bu dersten sonra sınıftaki alman kızlardan biri mensada bana yanında yer açtı. Çok şaşırdım! Sonra da sorular sordu ve hatta bana cevap da verdi! (hehhehe) Okullarının böyle boş ve soğuk olmasının sebebinin öğrencilerin bu okulu sevmemesi olduğunu söyledi. Burası rektörün binasıymış ve hepsi de kendilerini onun misafiri gibi hissediyorlarmış. Fonksiyonel olmadığını düşündüğünü de söyledi. Gerçekten de öyle biraz. Binanın ön cephesindeyken (yani sınıfların kapılarının buluduğu taraf) bir alt kata gitmek için binanın bir ucundaki merdivenden inmek gerekiyor. Ordan bir alt kata inmek içinse diğer ucuna yürümek gerkiyor çünkü orda merdiven var. Binanın görünmeyen tarafında dümdüz inilen merdivenler var ama onlar da çok geniş değil. Evet çok şık, minimalist ama ancak ofis olur, okul olmaz asla. Buz gibi, temiz, yasak...

Sonra düşündüm sınıfta neden daha rahat olduğumuzu...Bu karşılıklı rahatlamanın sebebi benim biraz olsun kendimi onlara göstermiş olmam. Ne menem bir insan olduğumu bilmeden iletişim kurmuyorlar. Bunu anlıyabiliyorum. Onlar zaten bu ülkenin, en azından bu dilin ve bu okulun insanları yani zaten vizeleri var! Ama benim vize almam gerekiyor onların benle iletişim kurmaları için. Bizim tam tersimiz, bizde kimseye pek vize sormazlar hemen konuşurlar. Bu hem Akdeniz hem de doğuyla ilgili bir tavır. Batı (Avrupa!)da bireyler yaşıyor ve bu öyle baskın ki başkasını merak etmek gibi bir alışkanlık yok sanki. Bizdeyse anlamsız bir merak vardır başkasına karşı, ama neden olduğu pek belli olmıyan, bir yere varmayan ‘laf olsun’ diye duyulan bir merak... –
(Şimdi okuyunca çok da emin olamadım bu fikirlerin doğruluğundan açıkçası ..)

Bu hafta ayrıca ilk kez Robert Rose’nin dersine de girdim: moving image/video/animation. Dersin epey bir bölümünü anlıyabildim ama zaten daha evvel lisede Costa’nın bize verdiği sinema bilgileri ve film dili ve yapım süreçleri dersinde de gördüğüm şeyleri anlatıyordu. Kadrajlar, kamera açıları, ses vs...Sonra da Busta Rhymes’ın Gimme mo şarkısının ‘98 yapımı klibiyle, Nick Cave’in Where the wild roses grow’un klibini (‘95) izleyip kare kare fotoraflarla analizini yaptık. Diliyle ilgili olarak kullandığı ışık, kadraj, objektif, efekt ve ifadeleri inceledik.
Bu hafta bu kadar...Artık her derste ne yapacağımı biliyor gibiyim...