Thursday 9 April 2009

sinema eğlence midir?

az sonra...










(hohohohoho çok eğlendim hehaheh ne kadar iğrencim ta kendimden kendime doğruu! hahahaha!)

sinema eğlence midir?



film festivalinin coşkun olduğu şu dönemde, boş gezenin boş kalfası olan ben,
kendimi sinemanın o sıcak dünyasına


diyerek yazımı açarmışım da insan kendini, gazetenin haftasonu ekinin ilk sayfasındaki taze sıkma portakal suyu resmini içiyormuş ve özde beyaz ötesi bir masanın etrafında renkliboyalı bir gazeteyi, çamaşırlardan gelen bahar ferahlığını koklayarak okuyormuş gibi hissedermiş.

temelde anlatmak istediğim iki şey var: biri, kendime sorduğum -ve hatta zamanında bana tan'ın sorduğu- "neden sinema?" sorusu;
diğeri de "sinema eğlence midir?" yarı retorik sorusu.
ama elbette bu iskelete ihanet edip başka yerlere sapabilirim. sürprizlerle dolu bir gazete yazarıyım bugün portakal suyumuzu yudumlarken. çay acı olmuş yalnız..güzel yani..

istediğimiz sorudan başlayabiliriz. ben etrafımdaki insanların bir filmi "beğenmesine" ve "beğenmemesine" dayanamıyorum. eleştiri yapmak, eleştiri almak, bir yerden bir yere arabayla değil düşünerek varmak ya da otopsi yapmaktan aciz insanlar bir filmi "yaani beğendim"ebilir ya da "mm..ya beğenmedim ya"yabilirler. bu vurdumduymaz, bilinçsiz ve şımarıkça tavırsıztavır, adamın hayatındaki herşeyi sıfır noktasına indirger; aynı duvara çıkar gibi yapıp, kayıp kayıp düşerler.

şu an aldğımız acil bir mail'i araya sokmak istiyorum. okuyucularımızdan sayın ykç'ye göre "sinema filim yapmaktır bir de konu lazımdır
doğrusu sinamadır".


evet kayıp düşerler. bir ademoğlu, herhangi bir "şey" hakkında fikir beyanında bulunmak gibi bir işe girişdiyse - bu, her na kadar herkesin demokratik hakkıdır falan fişmal dense de fikir beyanı ciddi bir iştir. köpeğin havlamaya hakkı olması gibi değildir nitekim o bir hak değildir öyle değil mi? hayvanların hakkı hukuku ahlakı olmaz. ne gerek var- bu fikri savunabilecek, açabilecek bilinçte olmadıkça köpek havlaması gibi bol keseden sallamamalıdır. neden? çünkü arkasında duramayacağın herhangi bir fikri ağzından çıkarmak, hiçbir iletişim, tartışma ya da diyalog şansı bırakmaz ortalıkta. o zaman bu fikri söylemek neye yarar?

?


bize lisedeki tiyatro hocamız eleştiri yapmakla ilgili değerli sözler etmişti. her doğaçlama seansından sonra birbirmize birbirimizi eleştirtirdi. elbette ilk başlarda karşılaşılan sonuç şuncacıktı:

"mmm...iyi yani bence...yani kötü oynamadı yani"

ya da

"yok ya...bence olmadı yani..ne biliim..veremedi yani bence o hissi"


her iki takdirde de öğretmenimizin sorusu şu olmuştur:

"NEDEN?"

neden iyi buldun? iyi bulmak ne demek?
neden kötü buldun? alternatifin ne?
alternatifin yoksa sus.
aynı mimvalde biri bana bir filmi beğenmediğini söylediğinde ben, bilmeden çıkmaz sokağa girmişim gibi hissedip susuyorum -insan bir anda girdiği sokağın çıkmadığını görünce susar ya..susar- ve bazen "neden?" sorusunu yöneltince, harflerine ayrılıp buharlaşarak havaya karşıtığını görüyorum sorumun. ardından şu tip açıklamalar yapanlar oluyor örneğin:

"ya ben..ne biliim izlediğim filmin mesela..yani ortasında sıkılmak istemem yani... böle keyfli olsun, sürükleyici olsun.."

işte bu noktada "sinema nedir ki eğlence midir?" sorusuna bağlanıyoruz. hatta "eğlence nedir?" sorusuna da bağlanıyoruz. ama "eğlence nedir?" derin bir soru, ordan "oyun"a ve ordan ta nerelere bağlanırız belki kim bilir, şu an hattı orda kesiyorum, altından kalkamam, bugün sevişmem başım ağrıyor.

sinema filmlerini DVDlere çekip bunu "home entertainment" olarak sunan bir pazar olması elbette etkili. ev eğlencesi. evlerden uzak! bunlar, sinemanın "ne denli ne" olduğunu es geçen pas geçen bakışlar. bön bakışlar. tabii ki bu bönlüğü besleyen bir sinema sektöründen bahsetmemiz gerekiyor. holivud, bolivud ve porno film sektörü buna örnek teşkil edebilirler. fakat filmin neden nasıl ve neye hizmeten ortaya çıktığını hatırlamak gerekir. ilk film deyince Lumiere kardeşlerin çektiği kısa filmler geliyor aklıma. Bir tanesi, içinden yolcuların boşaldığı bir gemi ya da tren sahnesi. Diğeriyse - ki beni çok etkilemiştir- müstakil bir duvarı yıkan bir duvar işçisidir. Beni etkileyen kısmı ise, dünyada yapılmış ilk filmde görmeyi beklediğim şeyden - hareketi ve kompozisyonu yakalama kaygısı ve farkına varmak- çok daha farklı olan ikinci kısmıydı: duvar tamamen yıkıldıktan sonra kurgu gerisin geriye döner ve duvar işçisi elindeki balyozla duvarı tekrar eski haline getirir. İşte bunu gördüğümde çok etkilenmiştim! Bir anda bu ne kadar da büyüleyici bir kurguydu ve ne kadar fantastik bir hayat yorumuydu!
Fotoğrafın icadından evvel görüneni duyulanı eğip bükmek ve yorumlamak çok daha geniş bir soyutlama dünyasına giderken, görüneni göründüğü gibi -neredeyse- el değmeden yansıtabilmek büyük bir şok. futurizmin fotoğraf karesini tekrar ederek tuvalde hareketi keşfi de örneğin. ard arda gelen fotoğraf karelerinin hareketli görüntüyü oluşturması. laterna magicalar. işte tam bu noktada kendimden bir parantez açıp stop-motion tekniğine neden yatkın olmak istediğimi açıklamak isterim. Stop-motion, yani belli zaman aralıklarıyla ard arda kurgulanan sabit karelerden hareketli görüntü elde etme yönteminin, bizim gözümüzün algısı ve ona bağlı beyin işlemine, hareketli görüntü çekmekten daha yakın olduğu kanısındayım çünkü biz de görürken hareketi belli yerlerinde durdurarak algılıyoruz aslında. anılar önce kare olarak kaydoluyor sonra oynatılıyor beynimizde. fotoğrafın da sinemanın da gözün görmesinden en büyük ve bariz ayrımı herhalde "kadrajlamak" olsa gerek çünkü gözümüzün kadarjı yok. göz kenarıyla da görebiliyoruz ama bu, gözümüzün önündekini görmek gibi bir görmek değil. belki biri "görmek" öteki "gürmek".


şu an gene okuyucumuzdan aldığımız bir diğger mesaja göre: "sinama perdeye yansıtılır beyaz perdeye"


bu an'ı, ilk soruma geçmek için doğru bir an olarak değerlendiriyorum:
"peki gökçe, neden sinema?" -kadıköy barlar sokağına doğru çıkarken sorulan soru-
sene sanırım...kaç? ben lisede olduğuma göre...2001 falan olmalı. o anda verdiğim cevap şuydu: "içinde yaşamak istediğim fantastik bir dünya var. bu dünya başka bir dünya değil de üzerinde yaşadığım dünyanın verilerini kullandığım ama onları evirip çevirip devşirdiğim, onlardan başka bir gerçeklik yarattığım bir dünya olsun istiyorum. bunu da gerçeğe en yakın sinemayla becerebilirim"
biraz çocukça bir cevap olmasıyla birlikte hala anlıyorum o yaştaki kendimin cevabını. sinemaya, oyunculuğa, sahneye, o dünyaya olan bağımın temel cevabı böylelikle verilmiştir, teslim ederim. hatta reha erdem'in dilini yakın hissetmemin nedeni de budur elbet...

camera obscura. camera obscura, içinde gerçeğin ters bir görüntü olarak tekrar yaratıldığı karanlık kutucuk. filmi sinemada izlemenin sihirli zevki de bu: gerçeğin belli bir deformasyonla -diyeyim- tekrar yaratıldığı görüntüyü kutunun içinden seğretmek. bu yüzden heyecan verici.

sinemaya bu tür bağlar besleyen bir insan olarak filmleri "beğenmek/beğenmemek"le kalan insanları anlamıyorum, anlamak da istemiyorum, kalsın.
eğlenceye gelince...evet gene eğlencenin tanımını kişioğlu yapmalıdır ki onu bir cümlede kullanabilsin. eğlencelik film olarak tanımlanan filmleri hiç eğlenceli bulmuyorum. günümüzde "eğlence"nin çağrıştırdığı ilk kavram, benim gene anlamadığım "boş zaman" kavramı. boş zamanı eğlenerek geçirmek. eğlenmek bu kadar basit birşey değil oysa. boş zaman da zaman dışı, mekan dışı ucuz bir illüzyon. boş zaman gibi birşeyden bahsetmek için zamanı kullanmayı biliyor, zamanın ne olduğunu onun yaratıcısı gibi biliyor olmamız gerekir!(e zamanın yaratıcısı biz değil miyiz? demek mümkün. ben başka birşeyden bahsediyorum bak) zaman bunca elle tutulur birşey değil halbuki. onu doldurup boşaltmakla aynı şey değil boş zaman denen şey. boş zaman deyince sorarım "dolu zaman nedir peki?" diye. dolu zaman boş zaman gel zaman git zaman. tabii boş zamandan bahseden ademoğlunun, dolu zamanı doldurulmuş zaman. hayatlarının süresinin epey büyük bir kısmının başkaları tarafından doldurulmasına izin veren insanlar dolu insanlar oluyorlar ve bu insanların, zamanlarını verecek oralar buralar kalmadığı vakit zamanları boşalmış oluyor. bu insanlar, boş zamanlarında stop eden elektrik süpürgesi gibi durduklarını ya da fişe takılmış telefon gibi şarj olduklarını zannediyorlar. ne basit ve ucuz yanılgılar. ama insanın o ya da bu şekilde kendini mutlu sanması yeterli öyle değil mi!
işte tam burda boş zamanın tanımına yardımcı olacak bir liste giriyor araya:

BOŞ ZAMANLARINDA NELER YAPASIN?

mmm kitap okurum...film izlerim..müzik dinlerim..(hatta allah bilir sevişmek için bile boş zamana ihtiyacı olanlar da vardır)(tabii yaa "çocuk yapmaya vaktim yok" bu mu demek aceba)

dolu zamanında ne yaparsın peki? para mı kazanırsın mesela?

film izlemek, müzik dinlemek, kitap okumak boş zaman işidir. ciddiye alınmayan "şey"lerdir. asla ve asla bir "iş" değildir.
neye ne isim vermemiz gerektiğini, neyi öğrenip neye kafamızı kapamamız gerektiğini öyle sıkı bir eğitimle sokuyorlar ki bünyemize, bir küçücük NEDEN sorusu donduruyor kanımızı.
kanı donan, başı dönen ve nihayetinde başa dönen ve hep dönüp duran kişioğulları.
(bunun başına bir de "Ey" iyi gitmez miydi?)
kitabı, müziği, filmi zorla gerçek dışı addedip sadece sokakta duyMAyıp görMEdikleri şeyleri gerçek sananlar.

tamam.
hitabeleri geçelim.


diyeceklerim şimdilik bu kadar.
o gasteden yırtılmış taze portakal suyu resmi güneşte dura dura aside dönmüştür. içme onu o gerçek değil!





















Bu yazının yazımı sırasında belli bir kesimden bahsedilmiş olunup, gerçek hiçbir insana zarar verilmemiştir.


SONUNA DEK SAKLANACAK /////////////// KUTUYA ATILACAK