Tuesday 9 October 2007

29.09.2007








On buçukta kalktık. Alman sosisli yumurta yaptım yanında süt. Nedense latin havaları iyi geliyor sabahları burda, yoksa hiç adetim değildir. (Sergio Mendes Trio, Jorge Ben, Harry Belafonte). Hava bir güzel bir güzel. Şahane bir bahar günü yaşıyan Augsburg…Evet. Hemen dışarı çıktık. Şehri gezmiye, gene elimizde bir alışveiş listesiyle: tahta kaşık (teflon tava için), makas, domates, çay, korniş…Caddeleri sokakları gezdik, tatlı yedik içki içtik balık yedik. Akşama doğru Rathaus Platz’a yakın St.Ulrich kilisesine girdik, perspektif yanılsamalı demir kapılar vardı içerde. Çocuğunu kurt kapan kadının yardım çağrısı üzerine dualariyle, kurdun çocuğu ağzında getirdiği efsanenin sahibi Aziz Simpert’i öğrendik, 1200.yıl dönümü kutlanıyor. Kapıdan çıkarken gördüğümüz çok güzel mermer taş üzerinde de kiliseyi 2006 yılında ‘Papa’ya ait, Jerusalem’deki kutsal mabed şövalyeleri’nin satın aldığı yazıyordu. Aynı caddeden düz renkli tülbent inceliğinde beş tane büyükçene kumaş aldım perde yaparım diye. Rathaus Platz’daki Europa Cafe’ya oturup kahve içmiye başladık. Ben Ekin’e ne lise eğitimimde ne de üniversite eğtimimde hiç ama hiç nasıl ‘essay’ yazılır, nasıl araştırma yapılır hiç öğrenmediğimden dem vurdum. Ekin de bana disertasyon yazmayı, araştırma yapmayı öğretebileceğini söyledi:
-mesela şöyle bir soru olsa, ‘kanunlara her zaman uymalı mıyız?’
Bunun üzerinden biraz konuşturdu beni:

Sorunun içinde neler var?
-Kanun nedir
-Her zaman
-Mıyız, biz
Kanun, insanların hak ve özgürlüklerinin, gene insanların hak ve özgürlüklerini koruyabilmek için sınırlarını çizen kurallar bütünüdür.
‘Her zaman’ diye belirtildiğine göre aslında uymamız gereken birşey olduğu yargısı var soruda. Uymalı MIYIZ, biz, toplum. Kanunu koyan kim? Meclis, yasama yürütme yargı. Kanunlara uymamak ne demek? Ceza demek...

gibi.

Kafamın birçok bağlantı noktasının, paslanmış olmasa da yağlanması gerektiğini hissettim. Bana ödev konumu verdi:

HAYVANLARIN RUHU VAR MIDIR?
anima – animale, spiritum...hmm


Sonra, büyük bir azimle aradığımız barlar sokağını keşfettik şans eseri. Akşam yemeğini güzel bir breuereida yedik. Masayı alman bir çiftle paylaşıyorduk, onlarla konuştuk. Frankfurter çocuk, gittiği ülkenin dilini öğrenmenin, entegre olmak için önemli birşey olduğunu düşündüğünü ve İstanbul’u çok görmek istediğini söyledi. Sonra alman dialektlerinden örnekleri ve taklitleriyle, sosis yemeklerinin isim ve yapılışlarının yöresel farklılıklarından, Hamburg’un ve Frankfurt’un çeşitli house müzik çalan iyi dans clublarından bahsetti, bu arada yanındaki kızı ancak yemeğin sonunda öpmeye vakit buldu. Ben ömrümde yemediğim kadar et yedim sanki. Çıkınca anladık ki eve yakınmışız zaten ve bu kent minicikmiş zaten ve dönüp dolaşıp aynı yerlere geliyormuşuz zaten. Eve geldik Bethooven dinledik...

Rathhaus denen meydan ve çevresiymiş meğer asıl şehir.Benim kaldığım yer, şehir kapısının bir kilometre kadar dışında ve daha donuk daha beton üstelik bol bol türk dükkanı (özge kebap haus, gözde friseur, onur hatay restaurant vs.) olan yerinde. Şehrin etrafı Lech nehrinin minik kollarıyla sarılı ama şehrin içinden pek geçmediği için hiç de nehri, suyu olan bir kent gibi hissedilmiyor. Sinsi sinsi akıyor arka sokakların altından ve şehrin dışından ve öyle sessiz akıyor ki akan suyu ancak görebiliyorum, her seferinde de şaşırıyorum, hala ikna olamadım nehrin nehir olduğuna. Benim apartımanı şehirden, Lech’in Sen nehri genişlinde bir kolu ayırıyor. Apartımanın biraz aşağısı hızla akan gri nehrin kıyısı, büyük ağaçlar ve ufak kayalar var. Güneş olan bir günü orda geçirmek istiyorum.

No comments: