Tuesday 9 October 2007

07.10.2007 - Rüya 2



Pazar sabahı gök pırıl pırırl, üç damla gözyaşı.

RÜYA
Burgazada’daki evde başlıyordu ama hatırlamıyorum neler olduğunu, sadece geceydi ve biraz rüzgar vardı. Ordam annem, Doğanbaba, ben ve babam çıkıyorduk İstenbul’da bir yerde yemek yemeğe. Babam eve uğrayacağını söyleyip bizden ayrılıyor. Biz üçümüz boğazın epey ilerlerinde bir meyhaneye gidiyoruz. Epey yol tepiyoruz, arabadan inip yürümeye başladığımız noktada tepe bir yerdeyiz ve iki mafya tarafının silahlı çatışmasını görüyoruz ben başımı eğerek geçiyorum. O tepeden aşağıya indiğimizde sahil ve meyhaneyi buluyoruz. Buralar hep garip kılıklı zengin mafya babalarının geldiği yerler. Meyhanenin yanı öyle bir adamın evi, biz önünden geçerken sahile bağlı bir tekneye, daha doğrusu tekne gibi görünen ejderha gibi birşeye, üç tane fanfirifiş kadın atlıyor ardından da çirkin, dili doğu şiveli ama kırmızı üzerine siyah ejderhalı satn bir röptöşambır giymiş, gözünde kara gzlük ve başına bağlı gene kırmızı saten bir bandı olan, bıyıklı mafya babası biniyor (terapide anlatıyor olsaydım tam bu noktada bana HMM NE GELİYO AKLINA BUNLA İLGİLİ? diye sorardı bana Pınar). Gemi aslında bir hayvan olduğu için (sinirli ve bezgin sesler çıkaran bir hayvan) üzerine birisi bindiği anda hareket etmeye başlıyor, bu yüzden mfya babası da son anda atılıyor gemiye karada duran siyah takımlı, siyah gözlüklü badigardlar tarafından; ardından aceleyle geminin iplerini (yani hayvanın ince kuyruklarını aslında) gemiye doğru atıyorlar ve gemi gidiyor (ve gemi gidiyor evet)
Bunu görüp annemlerin arkasından masalara doğru gidiyorum, bu arada babamı arıyıp duruyorum bulunduğumuz yerin adresini vermek için ama bir türlü anlatamıyorum. Annem ve Doğanbaba oturuyorlar ben ayaktayım, babam arıyor ve meyhanenin sadece Cuma ve Pazar akşamları açık olduğunu söylüyor ( bu arada rüyanın, görüldüğü gecenin Cumartesi gecesi olduğunun bilincinde olması da ne demek ??)
Ben de anneme, onun konuşması gerektiğini söylüyorum, peki arıyayım diyor, sonra kararsız kalıp ‘ben mi aramalıyım acaba şimdiye kadar ben konuştum’ diyorum ama annem kendisinin aramasının daha iyi olacağını söylüyor. Bu arada Doğanbaba:
- E rakı içmiş. İçmemesi gerek ama hala içiyor içmemesi gerek diyor, annem de onu onaylıyor ben bir anda SUSUN! Die bağrıyorum, gözlerim doluyor ve bağardığım anda da özür dileyip ‘tamam ama şu anda konumuz bu değil! Anne babamı arar mısın..’ diyorum. Annem ‘doğru’ deyip arıyor..


Uyandığımda saat 11:bişeydi. Biraz ağlıyasım geldi ama biraz..biraz ağlayınca zaten hemen burnum aktı sonra da öksürük geldi. Yarına iyileşmiş olurum umarım artık onca ilaca.
Biraz perde diktikten sonra Güliz’le Lech nehrinin kenarına inelim dedik. Bir süra sol aşağımızda nehir, sağımızda otoyol yürüdükten sonra karşıya geçip bir yürüyüş yoluna vardık. Koca ağaçlar, tren yolu, tren yolunun kenarındaki anlam veremediğimiz minicik tek katlı, bahçeli evcikler ve Lech’in diğer bir kolu. Üç saat kadar yürüdük, pek iyi geldi. Lech nehrinin nerdeyse her yeri çok sığ ama akıntı kuvvetli, nehrin içinde ne bitki ne canlı var, dibi çakıl taşı, bazı yerlerde de atılmış ve yosun tutmuş duvar saati, kimlik, şemsiye vs. var; yalnız yeşil başlı yakışıklı ördekler yaşıyor üzerinde canlı olarak. Henüz neden olduğunu anlamış değilim. Çok kuvvetli aktığı için olabilir mi? Nehrin bazen ortasında bazen karaya yakın yerlerinde dibindeki çakıl taşları birikmiş ve suyun üstünde adacıklar oluşmuş, çok fantastik gözüküyor. Görünce haman üzerine çıkmak istedik. Karaya yakınlaşmış bir tane bulduk ve yoldan aşağıya inip, ağaçların arasından minik çakıl adacığa, ördeklerin yanına indik. Çok güzeldi. Bir ara gelip ateş yakıp alkol almış insanların izi vardı. Bu güzel günde neden kimsenin buralara inmediğini anlıyamadık. Bu minicik çakıllıkta durmak, nehrin üzerinde durmak gibiydi. Ördeklerin yanına yaklaşmaya çalışınca bize küfrderek uzaklaştılar. Oturduk biraz, elimizi soktuk suya buz gibiydi. Birkaç taş kaydırdık ve hava kararırken yola geri çıktık, eve döndük.
Yemek. Evet yemek yemek lazım. Renkli makarna? Tamam ama biraz sebze? O zaman...Havucu rendeleyip biraz kavurayım, sonra üzerine biraz da şey, ne var burda,ha semizotu, bir tane da domates rendeliyeyim ve boca edeyim makarnaya, biraz da kaşar parçası. Yi şimdi! Yidik, fena değildi, Güliz beğenip ikinci tabağı bile yedi. Eğlenceliymiş bu iş!
Bu arada, neden epey bir zamandır dinlediğim müzik türünü değiştirdiğimi anladım. Küçükken daha kolay anlaşılır ve aklımda kolay kalıp kolay hatırlıyabileceğim nakaratlı müzikler dinliyordum çoklukla. Aklımda kolay kalan şarkının nakaratından ziyade, bana hatırlattığı hislerdi ve bu hisler genellikle o müziğin kendisinin bende yarattığı histen çok, zaten yaratılmış ve özendiğim hialerdi sanki. Şimdi dinleyip de koyduğum yer genişledi sanki içimde ve yankılanıp birbirlerine çarpa çarpa geziyor bir sürü müzik ve tür. Hepsini dinleyip benimle özel bir ilişki kurmalarını izliyorum, kendilerine içimde yer açıyorlar. Eskiden daha çok içimi dolduruyorlardı taşıracak gibi sıkış tıkış. Şimdi kulaklarım ve içim yeni şeyler duymak ve söylemek, yeni şeylerin aklımda kalmasını istiyor, daha geniş daha olgun daha geçmişi olan daha hacmi olan müzikler. Her dinlediğimde yeni şeyler göreceğim sesler. Gerisi rahatsız etmiye başladı nedense. Nostaljiye (nostaljime) karşı büyük bir sempatim olmasına rağmen, geçmişimde yer etmesine rağmen kolay dinlenir müzikler kolay sıyrılıp sıkmaya başladılar beni. Mesela Vagon’un sahibi söylemişti bir gün, insanların caz sevmeleri için kulaklarını, alıştıkları şeylere, popa tıkamaları ve caz dinlemeye başlamaları gerekir diye, doğru. Dinliye dinliye kas çalıştırıyorsun sanki, ben pek az caz dinlerdim küçükken, yeni yeni anlamaya başladım. Anlamak ne demek? Okuyabilmek demek biraz. Bilmediğim dilde bir satır gördüğümde o benim için bildiğim harflerden oluşmuş, yalnızca görsel bir kompozisyondur ama kelimeleri anlıyacak kadar o dili öğrendiğimde o satırın benim anlıyacağım şekilde çözüldüğünü görürüm, artık anlıyabildiğim ama yeni öğrendiğim bir harf kompozisyonu vardır karşımda. Bir dili okuyabilecek kadar bile öğrendiğimde, ilk harfte takılıp kalmam aksine metni akıtarak okuyabilirim anlamasam da, böyle başlar. Sonra de o dile hakim olmanın tek yolu, daha çok matin okumaktır. Bunun gibi bişey işte.

No comments: