Tuesday 18 March 2008

Paris'te neler yaptın Gökçe?

Paris'te neler yapmadım ki!
Öncelikle gene şehrin en histerik virüslerinden birini içime alıp benimle oyun oynamasına izin verdim (benimle beraber onunla da elbet). Yedi gün boyunca hiç tanımadığım (sen öyle san) kuvvetli ve sıcak bir elektrik akımıyla hareket ettirildim ta ki ben ve egom cam tozu olup gözüme kaçana sonra da tekrar dışarıya batana kadar. Acı veren ve acı verdiren bir oyun oldu. Her cam yünü parçasından, daha ilk nefes vermesinde yıkılacağı belli olan kristal saraylar yükseltip, yıkılınca yerlere binlerce küçük camcıkların dağılacağından emin olmama rağmen hiç bir seferinde yerde tek bir parlayan noktacık bile bulamadım. İçimde dolanan cam yünlerinin oramı buramı kanattğı muhtemeldi ama hiç kan görmeyince de içim rahatlıyamıyordu. Sonunda ne oldu bilmiyorum. Başı yoktu ki sonu olsun. Ama gene de sonunda ya da sonuna doğru, o virüsü içimden kaşıkla söke söke çıkartmak gerekti. En çok da mideme hasar vermişti.

Günlerce öksürdükten sonra aslında hala öksürüyorum.



Tüm paramı sanat kitaplarına ve DVD'lere verdim:

Man Ray'in Paris fotoğrafları

Pompidou'daki Louise Bourgeois sergisinin kitabı (içinde, onun hakkında yazılmış ilginç makaleler var)

Hiçbir zaman bir yere oturtamadığım zamanların sanat anlayışının kökenini araştıran Oxford yayınlarından çıkmış, David Hopkins tarafndan yazılmış bir kitap:
After Modern Art 1945-2000

Media Magic adında çıkartılmış bir DVD serisinin ikincisi: 'Beyond the image'
Tarih boyunca ilk hareketli görüntülerin nasıl tekniklerle ortaya çıkmaya başladığını anlatan bir belgesel

Hollanda'lı animasyoncu Paul Driessen'in kısa animasyonlarının olduğu çift dvd'lik set

ve birkaç film...




Paris serindi.



Bir gün ben, disertasyon yazmayı denemeden evvel makale yazabilmek istedim ve Ekin beni çalıştırdı. Ekin, Bartabas'ın Chamane isimli filmine bir kritik yazmamı istedi benden ve sonra da üzerinde çalıştık (bakınız 'Chamane' başlığı)

Sonra bir gün, Peter Brook'un Paris'in ücra bir köşesinde yıkık dökük bulup yıkık dökük muhafaza ettiği Bouffe du Nord tiyatrosunu yeniden görmek istedim. Hangi oyunun oynandığı umrumda olmadı. Belki de bu yüzden, şehir tiyatrolarından görsem bu kadar üzülmeyeceğim boş ve düz bir Berenice izledik: Matrix'teki Merovingian'ı canlandıran ilginç suratlı fransız oyuncu Lambert Wilson'ın güya yönettiği Racine tragedyası. Dili anlamamam oyunun içini görmeme yardımcı oldu aslında evet. Oyundan sonra ve önce sahneyi ve etrafını seyrettim içim gevşeyerek. İyi geliyor bana orası.

Sonra başka bir gün de nohut yahnisi pişirdim. Kocam beğendi. Ben de beğendim
ama muhallebinin şekeri çoktu. Muhallebi deyince aklıma anneannem geldi ve bir animasyonumda oynamak istediğini söyledi bana.


Louise Bourgeois çok ilginç bir kadın...Ellerinin gözleri çok iyi. Yaptıkları, pür cesaretler. Alt ya da yan cümlecikleri yok. Ne geldiyse çıkarmış dışarı sanki. İşinin sonrasında işi hakkında hiçbirşey söylememiş. Söylediyse de dalga geçmiş. Tam da bu yüzden serginin küratörlerinin, işlerin altına yazdıkları kısa açıklamalar epey yersiz ve gereksiz ve uzak ve çiğ idiler. Ben de okumadım.
İşleri kokuyordu, içlerinden geçiliyor ya da altlarında kalınıyordu...
Babasından nefret ediyormuş iyi ki de ediyormuş...
Çok çok zor bir sevgili olmalıydı gençken diye düşündüm..


I
love

you

do

you


love

me





le suicide threat







Son gün hayvanat bahçesindeydik hava rüzgarlı ve griydi. Tarantulalar uyuyordu timsahlar ağlıyordu yılanlar sıkılıyordu maymunlar kazıyordu kaplanlar küçülüyordu keçiker konuşuyordu kangurular saklanıyordu flamingolar öc almak istiyordu. Bir tane eşek vardı her yeri tüylüydü.


Akşama otobüsüm vardı. Abdullah abi vardı. Yollarda çalışan genç Bulgar fahişelerden bahsetti. Başka bir Bulgar kıza söz verdiği için nasıl da 18 yaşındaki ötekiyle yatmadığından sözetti. İşlediği suçu bir hafta erken işlemiş olsa aftan yararlanabilmiş olacağını ve iki sene hapisten yırtmış olacağını söyledi. Büyük oğlunun nasıl da çamur çıktığını anlattı. Beni ve arkadaşlarımı rakı içmeye otele davet etti. Berlin'e gidersem annesine uğramamı hatta orada kalmamı istedi. Her iki cümlede bir teyzesinin kızı Dilek'e ne kadar (aslında 'giderek daha da çok' olmalı) benzediğimden dem vurdu...
İnsanın karşısındakini daha da sevmek için onu daha da ziyade sevdiği birine
pek daha ziyade benzetmeye çalışması ne ilginç bir sıcaklık ?

No comments: